26 Haziran 2008 Perşembe

Meş’alesi Ümit Olan Bir Adamın Firak’ı

Tanışmanın ‘kitabı’nı yazmış bir Müslümanın, hacmi küçük, lakin muhtevası olabildiğince geniş olan bir eserini ele almaya, tanıtmaya, anmaya, anlamaya ve aktarmaya gayret edeceğiz gücümüz nisbetince. Sözü uzatmadan maksadımızı ifşa edelim: çizgisiyle, duruşuyla ve ümmetvari kaygılarıyla kendisini tanıdığımız Atasoy Müftüoğlu’nun, ilk eseri olan Firak’ı yüreğinize misafir etmeyi yeğledik ve muvaffak olma derdindeyiz.

“Ey insan! Kerim olan Rabbine karşı seni aldatan ne?
O Rab ki, seni yarattı, seni düzene koydu, sana uygun bir biçim verdi.
Seni, muhtelif suretlerden dilediği bir şekilde terkip eyledi.
Hayır, daha doğrusu siz, hesap ve ceza gününü inkar ediyorsunuz.” (82 İnfitar: 6-9)

Kitab-ı Kerimin bu aziz cümleleriyle eserine girizgah yapan yazar, derinlikli bir halet-i ruhiye içerisine sokuyor okuyucusunu. İlk vuruşunu ilk deneme yazısıyla yapıyor:
“Bütün iklimlerde insanın ve insanlığın acıları, sıkıntıları ve bunalımları konuşulmaktadır. Bütün bir yeryüzünü her yönden sürekli akıp duran kargaşa haberleri doldurmaktadır. Kargaşa, modern çağın belirleyici unsurlarından başlıcası olmuştur. Gerçeklerin dünyasından koparılan ve uzaklaştırılan insan, ancak günübirlik bir dünyanın, günübirlik bir hayat biçiminin tutsağı haline getirilmiştir. İnsan coğrafyasına yoğun kaygılar ve umutsuzluklar egemen olmuştur. Yeryüzü toprağı çaresizliklerin ve iniltilerin fideliği haline gelmiştir.”

Yazarın, bu karamsar ve iç acıtıcı havayı aydınlatması ve güzel bir yere oturtması gecikmiyor, ilerleyen cümlelerinde meseleye asıl rengini veriyor:
“Hakkın koymuş bulunduğu mutlak düzenin ilkelerine sımsıkı bağlananlara mutlak kurtuluşun yolları gösterilmiştir. Toplum olarak biz, bir ‘insan örneği’ kaybetmenin, ondan uzaklaşmanın, o insan olmaktan çıkmanın acılarını duymaktayız. Günümüzden daha kötü sayılabilecek tarih şartlarında bir büyük inkılabı, bir büyük insanlık inkılabını gerçekleştiren ‘insan’ı günümüzde gerçekleştirmedikçe, zihinlerimizde ve yüreklerimizde büyüttüğümüz toplumu gerçekleştirmemiz düşünülemez.
Vakitler, o insanı, insanlığın önüne çıkarma vakitleridir.
İçimizi yeni baştan düzenlememiz ve bayındır kılmamız için Hakk’ın nimetleri ellerimizdedir.
Büyük iç hesaplaşmaların günlerini idrak etmekteyiz. Hayatımızı tümüyle kendi gerçeklerimizin gerekliliklerine ayarlamanın saatleri önümüzdedir.
Şimdilerde vakilerimizi ‘Siz Hakikat doğrultusunda bulunduğunuz sürece, sapıklıkta olanlar size zarar veremezler’ şeklinde Kutlu Peygamber sözünün bilinci doldurmaktadır.”

Esas rücuiyetin inanç merkezli olduğunu haykıran yazar, tüm beşeri sistem ve ideolojilerden sıyrılıp İslam’ın hakikatinde buluşturuyor insanlığı:
“İnsan, imana ve İslam’a yönelmektedir.
İnsanı ancak Müslüman duyabilir, kavrayabilir.
Müslüman için insan, evrenin özetidir, bütün bir varlık dünyasının gözbebeğidir. İslam dışında hiçbir öğretinin insana, varlığa ve eşyaya ilişkin hiçbir görüşünde herhangi bir isabet yoktur.

İnsan, Allah’a dönecektir.”

Bir kaygıyı, bir tasayı dile getirme derdindedir yazar. İnsanların asli hallerinden uzaklaştıklarını ve bu gidişatın enkaza dönüştüğünü titreyen yüreğiyle arz eder:
“Tevhidî düşünce ve değerler bütününü, tartışmasız terkle yola çıkan, yenilgilerimizin sorumlusu insan tipinin günümüzde halen konaklayabileceği bir yer bulamamış olması üzerinde önemle durulması gereken bir konu olmalıdır. Geçmişte inanç toplumları kurmada ve hayatiyetini sürdürmede, büyük uygarlık, bilim ve kültür inşalarında yüksek ustalık örnekleri vermiş ve insanlıkça aklanmış bir düşünceyi, başkalarına uyarak horlamanın ve yaban kafaların yürüttüğü bu horlama şamatasının, toplumlarımız için ne kadar pahalıya malolduğu gün gibi ortadadır. Yaban yollarında ömür tüketenlerin, toplumlarımıza kazandırdıkları bir işportacı kültüründen başka bir şey değildir…”

Yazardaki bu titrek kaygı, yerini, biraz ötede umuda bırakıyor ve asliyyetini koruyan insanların yiğitliklerini müjde haliyle haber vererek diri durmanın ve direngen kalmanın şifrelerini handiyse çözümlüyor:
“Haber yayılmaktadır, ölümsüz muştu yayılmaktadır. Kitab-ı Kerimin beklediği insan gelmektedir. Güç görevlerin insanı gelmektedir. İnsan, İslam’a yürümektedir. İnsan dirilişe hazırlanmaktadır. Artan yorgunluklarımıza ve ızdıraplarımıza aldırmadan, özlem türküleri dilimizde, gelmesi geciken, gelmesi geciktirilen insanı karşılamaya çıkıyoruz.
Umut tükeniyor, kitap kuşanıyoruz. Yolların en aydınlık olanında, hançerelerimizde ve kalemlerimizde çağrıların en güçlüsü ve yetkini var.
Dağarcıklarımızda bitmeyen mesafeleri katetmeye yetecek azıkla, yeniden doğmuş gibi bir kez daha Kutlu Kitap öğreniminden geçiyoruz.”

Dünyanın kalbine bir karabasan gibi çöken Batı, insanlarımızı ve tüm insanlığı öz kimlik ve kişiliklerinden alıp yok ediyor. Yazar, bu topyekün saldırganlığın altında yatan sinsi sebepleri irdeler ve olmazlıklardan sıyrılmanın reçetesini okuyucusuna sunar:
“Bizler, özkişiliği Kutlu kitap Kur’an’la bulan, tek ve eşsiz rehberimiz Peygamber Efendimiz ve onun çevresindeki Sahabe’nin davranışlarıyla bulacak ve yaşayacak olanlarız.”
“Bir yanlışlar zinciri olan ve zihinlerimizi işgal altında tutan, Yunan-Latin-Batı saltanatını ve bunların üzerimizdeki aşağılık tesirlerini yakarak, kendi öz kaynaklarımızın nimetleriyle yoğrulmak bir iman borcudur.
Gökler dolusu rahmetin bağışladığı, toprağın sonsuz bereketleri taşıdığı bir döneme yaklaşıyoruz.
Özkişilik dönemine yeniden yaklaşıyoruz. İmanımızın, insanımızın, öz kaynaklarımızın haklarını savunmak, İslam’ın bizden beklediği bir büyük sorumluluk olarak içimizdedir.”

İslam Dünyası toplumlarında, bütün karşı duruşlara rağmen, yer yer kemikleşmeye yüz tutmuş yabancılaşmayı durdurmak ve bertaraf etmek adına yazarımız yüreğinin ‘Ümmet Yanığı’ tarafını gösterir vaziyette hal çareleri aramaktadır. Yine de, her halû kârda, Müslümanların suçu ve suçluyu kendi içlerinde aramaları gerektiğinden dem vuran yazar, çok güç şartlarda olunmasına rağmen yabancılaşmakla hesaplaşılması gerektiğini gündem tutar. Batının insana ve insanlığa vereceği hiçbir şeyi olmadığını söyler. Aksine iyiye dair ne varsa silip götüren bir tür illet vasfını haiz olduğunu dile getirir. Ve yazar, kuşandığı umuduyla sevda perçinlemiştir anlam haritasına:
“Gün, Allah’ın adının ve hükmünün üstünlüğüne inanmış Müslümanların onurla ve erdemle doğrulacakları bir gündür. Yerlileşmek isteyen yabancılaşmanın oyunlarını bozmak görevimizdir.
Maddi ve kişisel kaygıları kovmak soyluluğuna ermektir işimiz. Barış içinde, bir araya gelecek ellerimiz ve yüreklerimizle bütünleşmek ibadet sayılmalıdır.
Ancak kalemle ve kitapla yolların açılabileceğine inananlardanız.
Bitmekte olan akşamlardan, aydınlık sabahlara, Kutlu Görevler taşımak borcundayız.”

Düşüncenin yozlaştığı/yozlaştırıldığı vakasına dikkat çeken yazar, düşünsel ve bilimsel tüm güzellikleri doğuran, besleyen ve imar eden bir ulvi sistemin bağlıları olduğumuzu hatırlatıyor. Sömürgeci ve batıcı tutarsız/mesnetsiz sistemlerden tevarüs eden düşünceleri talihsizce taşıyanlar, meselenin menbaını çözememişlerdir. Dünyaya, insanlara ve olaylara batı gözüyle/gözlüğüyle bakanlar gerçeğin fevkine bir türü varamayacaklardır. Bu sözlerden olarak, yazardan şu cümleler dökülür:
“Biz, gelecekte bütün zamanları yenileyecek ve değiştirecek güçte olan bir düşüncenin çocuklarıyız. Düşünce altın dönemine İslam düşünürlerinin elinde ulaştı.

Yozlaşmanın her türlüsünden arınmış Tevhidî düşünceyi yeniden kuracak ve yarına götürecek olanlar da, Kutlu İslam öğretisinin, yüzlerinde kitap ışığı taşıyan genç düşünürleri olacaktır.”

Dünyanın yaşı ilerledikçe insanlar garip hallere bürünür oldular. İnsanların değeri ve saygınlığı kayboldukça eşyanın değeri ve saygınlığı artmaktadır. Kapitalizmin götürülerinden birisi olarak kabul edebileceğimiz eşya tutsaklığı, modernizmin eliyle ve emeğiyle daha bir artış göstermektedir.
Yazarımız bu noktaya şu vurguyu yapıyor:
“Tevhid düşüncesinin bağlıları olarak sorumluluğumuz çağa ve insanlığa insanın eşyaya egemen olabileceği bir düzen bildirisi sunmaktır. Tevhid düşüncesi kendi bağlılarına, kendileri için sevip istediklerini, başkaları için sevip isteme erdemini kazandırmaktadır.
Eşyalaşan insanın hazin serüveni konusunda nihai söz, insanın ve insanlığın güvencesi, Kutlu İslam Öğretisi’nindir.”

Yazar, Yabancılaşmanın Özgürlüğü Başlığı altında, yakın tarih Müslüman Düşüncesinin verilerinden bir demet sunmaktadır, sözü yazara bırakıyoruz:
“Kalemimizin sesi bir iman kavgası adına adanmış sevdalı bir kuşağın sesidir. Yabancılaşmaya ilk kez karşı duran kuşak, bu kuşaktır. Varlığını, kişiliğini, soyluluğunu, savaşçılığını Kutlu İslam Öğretisi ile bunların kuşağı.
Yabancılaşmanın göz açtırmadığı günlerde gönüllerimizde Kutlu İslam Öğretisi’nin ilk kıvılcımlarını ateşlendirerek, bütün bir yeryüzünü kuşatarak içimize ulaşan Vahiy düşüncesi ve bilincini bize ulaştıran Büyük Doğu Düşüncesidir. Şimdilerde bizi çevreleyen sapmalara karşı bir bağışıklık içinde bulunuyorsak, büyük kayıplardan sonra düşüncede, günümüzde de bir dirim gücü ve umudu içindeysek, inançta ve inanç düşüncesinde yabancılaşmanın oyunlarına karşı sağlığımızı yitirmemişsek kuşağımız bunu Büyük Doğu Düşüncesiyle başlayarak adım adım izlediği diğer Tevhidî mücadele mekteplerine borçludur.
Yabancılaşma süren bir gecedir.
Biz sabah saatleri kuşağıyız.
Bütün bir yüreğimizi bütün yönlere yaymaktayız.
Yeni bir güne namazla girer gibi, yeni vakitlere giriyoruz.
Bütün bir Anadolu toprağını aşkla ve çileyle yoğurarak onu büyük bir inanca hazırlayan Horasan Erenlerinin ilhamıyla onarların eylemine hazırlanıyoruz.”

Toprağın açlığının sürdüğünü okuyucusuna hatırlatan yazar, toprağın insana, insanın düşünceye, düşüncenin inanca özleminin arttığını ve bu durumun günden güne derinleştiğini dile getiriyor.

Diri vakitlere doğmaktan dem vuran yazar; inançla donanmış bir insanın görevinin önde gitmek olduğunu, inançlı olmanın üstün olmayı gösterdiğini, inançlı olanın bütün vakitlerde İslam Milletiyle olması gerektiğini, bu inançlı insanların evrenin ve insanlığın nabzını ellerinde tutmaları, insanların dertlerine/sorunlarına Tevhidî dünya görüşü doğrultusunda çözümler üretmeleri gerektiğini yer yer vurgular.

Çetin mevsimlerde büyümeyi, engin sorumlulukları bağırlarda taşımak, her tür yabancılaşmaya başkaldırmak, usanç nedir/korku nedir bilmemek, varlığıyla yeni bir dünyanın hamurunu yoğurmak ve kutlu bir düşünce/davranış savaşımında zaferle gönenerek umudu büyütmek olarak tavsif eder bizlere.

Bir inanç toplumuna doğru yürümenin anatomisini çizen yazar, sevgiyi, sabrı ve fedakarlığı uğraşlarına azık etmiş hakikat insanı, yeryüzünde insanî bir düzeni geliştirebilmek için, her şeyden önce bütün iç ve dış öğeleriyle ve en çarpıcı örnekleriyle, İslamî değerlerin biçimlendirdiği bir topluluğu, bir cemaati gerçekleştirmek zorundadır, diyerek inanç erlerinin her şeye rağmen kendilerini gerçekleştirmek zorunda olduklarının altını çiziyor.

Kalemin, yazmanın, kitabın önemini kavramamız üzerine düşmemiz gerektiğini ve artık sözün bir kalem uygarlığına gönül vermiş olanlarda olduğunu haykırmaktadır yazar.

Bir ayrılık hüznü diyerek bizleri düşünceye sevk eden yazarımız son olarak şunları kaydediyor:
“Müslümanlar, işgal altında bulunan, gasbedilmiş İslam topraklarında yaşayan Müslümanların hüznüne, yalnızlığına, elemlerine hangi ölçüde katıldıklarını derinlemesine bir düşünmelidirler. Bunu herkesin kendi nefsine sık sık sorması gerekmektedir. Cahilî aktüalite, hiç kimseyi Müslümanların sorunlarıyla ilgilenmekten alıkoymamalıdır. Cahilî ve şeytanî aktüalitenin Müslümanların bir anını bile işgal etmesine izin verilmemelidir.”

Yazar, kitabın yazıldığı tarihlerdeki (1984) İslam Dünyası Toplumlarının halî pür melaline dikkat çekmiştir bu sözleriyle. Bugüne gelindiğinde aslında bu sorunların hala tazeliğini koruduğunu görebiliyoruz. Bu sözden olarak diyebilir ki, kitap tazeliğinden pek bir şey kaybetmiş sayılmaz.
Taze, diri ve direngen bir Müslümanın aynı meyandaki ilk kalemgâhı Firakla olan yolculuğumuzu tamamlamış olduk. Vuslata ulaşmanın nirengi noktasıdır Firak…