30 Nisan 2011 Cumartesi

SANCI…


Vücuda giren ağrılar, sızılar operasyonlarla giderilir. Tıbbi gelenek, maharetini gösterir ve iyileşir insan. Sancılar diner, vücut rahatlar ve sıhhatli günlere “merhaba” denilir. Çekilen sıkıntılar unutulmaya başlanır. Hiç yaşanmamış gibi olunur. Vesile olanlara teşekkür, asıl Tabib’e (c.c) de şükredilir.

Öyle sancılar da vardır ki, bir hayatı kapsar. Nefes alıp verdikçe tazelenir. Bir anlık veya belli bir zamanlık değildir. Her dem yenilenip durur. Tıbbın alanına girmez tedavisi. Bu tedavi süreci hem de bir ömrü kapsar. Ağrıdıkça ağrır. Sancıdıkça sancır. Ama diğer yaralar gibi değildir. Çoğu zaman tatlıdır. Sahibine hayat verir. Kime saplandıysa, şükre sebep olur, hamd ettirir.

Herkese nasip olmaz böylesi sancılar. Herkes kaldıramaz. Neredeyse, kişilere seçilerek saplanır, denilebilir. Bu sancı öyle devasadır ki, girdiği bedeni de devleştirir, kavileştirir, muhkemleştirir. Layık olana uğrar. Ama kıymetinin bilinmesini ister. Bir kere girer, girdi mi! Nazlananı affetmez. Çıktı mı daha kolay kolay o kişiye göz kırpmaz!

Evet… Ulvi bir sevdanın muhteşem sancısıdır dersimiz…

Ne mutludur, Onu sevda edinenlere.

Ne mutludur, kadr-u kıymetini bilenlere.

Ne mutludur, farkındalığını yaşayabilenlere.

Ve ne mutludur, zamanları aşıp gelen ve asla sönmeyen bir meş’aleyi tutup kaldırabilenlere…

Her uzvumuz yanmadan/yakılmadan muvaffakiyetimiz zor… Kolaylık ve rahatlık hayalleriyle ilerlemek zor… Ah etmeden, eyvahları dinlemeden, aydınlıklara uzanmak zor be zor… Zorlukların en katmerlilerini bilfiil tadan Allah (c.c) elçileri, sancılarını hep sevmişlerdir ve sevdirmeye gayret etmişlerdir. Tek bir kişi bile kul’a kulluktan kurtulmadan, La ilahe illallah’ın sınırlarına dahil olmadan kendilerini bir türlü bahtiyar saymazlar. Ve sayılmaması için, tırnaklarıyla toprağı kazar gibi, insan kazanmanın kaygısına düşerler. Ama hiç yılgınlığın ve ümitsizliğin esamisi okunmaz benliklerinde. Üşenmezler, yeni yüzler görmekten, yeni filizleri güldürmekten… İşte onlar, Sancı Erleridirler.

Asırlardan asırlara aktarılarak gelen ve kurtarıcı bir vasıf taşıyan bu yüce Sancı, hep dipdiri, hep tertemiz kılmıştır insanlığı. Karanlığın köküne kibrit çalmanın lezzetini yaşatmıştır. Anlayanlar olmuştur elbette. Fıtratın sesine, ses verenler eksik olmamıştır tarihte. Lakin şeytan aleyhillane, inanmış kullara galebe çalmanın dayanılmaz sinsiliğiyle lâin koltuğuna gerile gerile oturmuştur. Ve açmıştır defterini. İlk insandan beridir kimlerin ayağını kaydırdığının hesabını yapmıştır. “Kaymışlar kervanı”na “daha kimleri katabilirim”in derdine düşmüştür. Tabi ki, onun da sancısı büyük. O da kaygı sahibi. Onun da ulvi(!) bir davası var. Yanma/kavrulma yolunda, yandaşlarını çoğaltmak, onun en büyük derdidir.

Tercihini aydınlıktan yana yapanlar, karanlık savaşçılarını alt edecektir Rabblerinin yardımıyla. Canlandırıcı bir sancıyı hücrelerine yerleştirenler, kazanmışlığın serin ovasında secdelere kapanırlar.

Kim, onların yerinde olmak istemez?

Kim, bu mükâfatla nefeslenmeyi düşlemez?

Kim, Rabbinin müjdesini açıkça yaşamayı yeğlemez?

Ve kim, yaratılış gayesine uygun bir sonu görmeyi bin bir ümitle beklemez?

İşte tüm bunlar, zorlu bir yolda kararlı ve sebatkâr adımların kârıdır. Yine bunlar, tüm tağutların topyekün inkârıdır. Ve en nihayetinde bunlar, Rabbul alemiynin ezelden beridir Mümin kulları üzerindeki değişmez kararıdır.