10 Haziran 2009 Çarşamba

Hafızlar Ne Vakit Muhafız Olacak?


Hamd Allah’a, salât ve selam Rasulullah’a.

“Oku” emriyle insana nazil olan Kitab-ı Kerim, indiği insanlardan soylu ve ulvi bir okuyuş bekler. İnsanlığın, okudukça anlayan, kavrayan, hayata müdahil olan, insanları dönüştüren, hayatı topyekûn bir değişime tabi tutma vasfında olunmasını ister. Bunun en bariz örneklerini ilk nesil Müslümanlarında/sahabelerde görebiliyoruz. Onlar okudukları her ayeti özümserler, içselleştirirler ve sonrasında hayatlarını, o, derinlikli bazda okuduklarıyla intizam ederlerdi. Bizler, Onların bu karakterlerine varis olmakla yükümlüyüz. O ilk nesil, bu bakımdan aynı zamanda ilk örnektirler de. Hayatın bizzat içerisinde icra edilen Kur’an ayetleri, o topluma bizzat Kur’an Toplumu dememize sebep teşkil ediyor. İlahi vahiy, sıcağı sıcağına onların enselerindeydi. Kulvarlarını O belirler ve yollarını O aydınlatırdı. Çıkmaza girdiklerinde ve anlaşmazlığa düştüklerinde başvurdukları merci Kur’an olmuştur ve tabi dolaylı olarak da, Rasulullah olmuştur. Böylesi bir toplum, böylesi bir diyarın sakinleri, tabiri caizse, Kur’an’ın evlatları olmuşlardır. Kur’an’dan emmişler ve Kur’an’ın ellerinde büyümüşlerdir.

Kur’an, kesintisiz olarak, çağlardan çağlara okunması sekteye uğramayan tek kitap olma özelliğini korur. Zira o hayat kitabıdır. Hayat devam ettiği sürece, insan nefes alıp verdiği ve dünya üzerinde adım attığı müddetçe de okunmaya devam edilecektir. Hatta Kur’anın okunmadığı bir salise bile yoktur. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in başlattığı gelenekle, İstanbul Topkapı Sarayında Kutsal Emanetlerin başında, yirmi dört (24) saat Kur’an tilaveti yapılır. Yani beş (5) asır diyebileceğimiz bir zaman dilimince, kesintisiz Kur’an okunur. Özel olarak tutulan hafızlar, geceli-gündüzlü, bayram-seyran demeden bu geleneği sürdürürler. Memleket toprağı Kur’anın tilavetiyle bereketlendirilir!

Ne güzel değil mi, Allah Azze ve Celle’nin “Yaradan Rabbinin adıyla oku” sözüyle emir buyurduğu okuma eylemi harfiyen icra edilmektedir? Hafızlarımız, tüm kıraat usullerini eksiksiz olarak uygulayarak, miladi altı yüz on (610) yılında inzal olunmaya başlanan, insanlara peyderpey indirilip yine miladi altı yüz otuz iki (632) yılında tamamlanan ve sonralarda Mushaf haline getirilip çoğaltılan ve dağıtılan Kerim Kitab’ı okurlar da okurlar... Allah nefeslerine kuvvet bağışlasın. Sesleri kısılmasın. Nefes tellerine zeval gelmesin.

Buraya kadar çok güzel, fevkalade takdire şayan bir duruma şahitlik ediyoruz. Belki çok klasik ve basit bir soru olacak ama maksat hâsıl olsun için, biz yine de sorumuzu yöneltmek istiyoruz: Peki bu okuyup durduğumuz ve kesinlikle okumaya erinmediğimiz, feragat etmediğimiz Kitap, bizlere ne söylüyor, ne anlatıyor, ne öğütlüyor, nelere/kimlere yakınlaşmamızı ve nelerden/kimlerden uzaklaşmamızı emrediyor? Ana gayesi nedir, “oku” diye emir buyururken? Evet, emir zahiren, kesinlikle, yerine getiriliyor. Yani Yaradan Rabbin adıyla, sümme yani, ‘Bismillahirrahmanirrahim’ denilerek okunmaya başlanıyor. Emr’e amade olunduğu aşikârdır; kimsenin bunu inkâr etme lüksü ve şansı yoktur. Meselenin can alıcı noktası, okuduklarımızdan ne anladığımızdır! Ya da okuduklarımızı anlamak diye bir derdimizin olup olmadığıdır. Kerim Kitab’ı dur durak bilmeksizin okuyup/tilavet edip hatmedenler ve bu durumdan tarif edilemeyecek, inanılmaz derecede manevi haz alan, huzur duyan insanlarımızın sayısı az değildir. Gerek okumak ve gerekse dinlemek gönüllere ferahlık veriyor. Hele kari, bir de dokunaklı ve içten seslendiriyorsa Kerim ayetleri, işte o vakit insanların göz pınarlarının kapağının açıldığı görülecektir. Ses nameleriyle gözyaşlarının nasıl bir ahenk oluşturduğu anlatılamaz bir haldedir. Tabi okunulanların mahiyeti o kadarda önem arz etmez! Esasen, önemlidir önemli olmasına; lakin biz anlamayız, biz bilemeyiz, âlimlerimiz bilir-anlarlar ve bize anlatırlar, anlayışının hâkimiyeti cümle insanlar üzerinde ağırlığını korur. Kıraat etme, tilavette bulunma durumu hâsıl olunca, anlama, bilme hususu dikkate alınmaz, önemsenmez. Zira bütün inananlar okumakla mükelleftir. Öyle ya da böyle, yediden yetmişe tüm mümin ve mümineler okuyacak, okumak zorunda. Şu halde, âlimlere ihtiyaç yok! Okuma, yani kıraat bir sefer söküldü mü, artık ferdi okuyuşlar doğar ve öylece sürerlik kazanır. Az önceki anlama-bilme noktasındaki sorun, kıraat etmede mevzu bahis değildir. O zaman diyebilir miyiz; okumaktan kasıt nedir? Rasulullah’ın, “Sizin en hayırlınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.” dediği hayırlılar, nasıl bir öğrenme/okuma eylemine tabi tutuluyorlar. Allah Elçisinin derd-ü gayesi ne idi acaba bu sözüyle? Ve bu sorularımıza, az önce de sorduğumuz soruyu tekrarlayarak cevaplar aramaya çalışalım: Okuyup durduğumuz ve kesinlikle okumaya erinmediğimiz, feragat etmediğimiz bu Kerim Kitap, bizlere ne söylüyor, ne anlatıyor, ne öğütlüyor, nelere/kimlere yakınlaşmamızı ve nelerden/kimlerden uzaklaşmamızı emrediyor?

Günümüzde bazı İslami cemaat mensuplarının hassaten üzerinde durdukları mevzulardan birisinin, ayet ve hadisleri herkesin anlayamayacağıdır. Örneğin, birisi, kendileriyle İslami bir konu hakkında fikri mülahazada bulunurken, sözlerini ayet ve hadis mealleriyle taçlandırdığında; “Sen ne anlarsın ayet ve hadisten! Sen kim oluyorsun da ayet ve hadis aktarmaya kalkışıyorsun!” diye karşı çıkışlarda bulunulabiliyor. Niye bu karşı çıkışlar ve dahi kızışlar, okuma meselesinde vaki olmuyor? Her gün muhakkak surette, Kur’an’dan okuma yapılmadan günün sonlandırılmamasını öğütlemeyi öncelerler. O zaman, okumakla, anlamak ayrıştırılmış oluyor. Peki, Rasulullah’ın, “Sizin en hayırlınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.” sözünü nereye oturtacağız ve nasıl değerlendireceğiz?

Kanaatimizce, okumakla anlamak ayrı tutulamaz; bunlar birbiriyle iç içedir. Sözümüzün burasında Abdullah ibni Mes’ud’un; “Biz Kur’an’dan on (10) ayeti alır-okur ve hayatımıza aktarırdık.” mealindeki cümlesini hatırlayalım. Hayatla buluşan bir okuyuş erdemi sezinliyoruz bu söz kümesinde. Yani okumakla anlamak ayrı ifadeyle sunulmuyor. Okumak demek, o şeyin kavranıldığını ve yaşamla ilişkilendirilme yoluna gidildiğini gösteriyor. Malum cemaat mensubu olan kardeşlerimizin sözleri bizi şöylesi düşüncelere sevk ediyor: Acaba, İslamda bir üst sınıf oluşturulma yoluna mı gidiliyor? Şöyle olanlar, şu şu özellikteki veya düşüncedeki insanlar Allahın Kitabını okur, anlar ve yaşarlar. Onlar haricindeki insanlar da, kendilerini yani kendilerinin Kur’an’dan ve İslam’dan anladıklarını okur, dinler ve yaşarlar. Kaynağın aslına herkes ulaşamaz. Belli vasıftakiler ulaşır ve dağarcıklarına hazmettikleri oranınca alt sınıftakilere sunarlar. Evet, acaba bu tür bir gaye mi yatıyor bu söylemlerin perde arkasında?

Şimdi Kur’an okumaktan bir an bile beri olmayan hafızlarımızın, karilerimizin ve genel olarak tüm tilavet erbabının, Kur’an’ın maksadını icra etme hususiyetini ele alırsak, ne kadar çok okunursa, ne kadar çok ayetle ve anlamla haşır neşir olunursa, o kadar sorumluluk ve yük artmaz mı? diye bir soru yöneltme hakkımız doğar sanırım. Hayata mebni binlerce ayeti telaffuz etmek, onlarla irtibat kurma, onlara muhatab olma anlamı taşımaz mı? Her vakit; “Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin”(Hucurat, 12) ayetlerini okuyup da, sosyal hayatta kusur araştırmanın üstadı olmanın, insanları arkalarından çekiştirmenin, gıybet etmenin mantığını nereye sığdıracağız. Bu meyandaki örnekleri çoğaltabiliriz. Bu misalin maksadımızı icra edeceğine inanıyoruz. Demek ki, anlayışsızlığın yarattığı durumlar baş gösteriyor. Kur’an okumayı öğrenen ve öğretenlerin asla unutmamaları gereken bir konu şudur ki, okumanın yanına anlamayı, kavramayı ve yaşamayı iliştirmeden “Oku” emrinin maksadı yerine getirilmiş olunmaz!

Kur’an’ı son derece titizlikle hıfz edenler, onun muhafazasını (emir ve nehiylerini eksiksiz olarak yerine getirme), da üstlenmedikten sonra İslamın ilk nesli olan Ashab-ı Kiram’ın Kur’an/vahiy/İslam anlayışını yakalayamamış olurlar. Cennetle müjdelenme bahtiyarlığına vasıl olan o müminler, hayatın atar damarlarına vahyi ilmeklemişlerdir. Dünya onlarla yeni bir renge bürünmüştür. O renk, öyle kavi ve muhkem bir nitelik taşır ki, bugünlere kadar aslından hiçbir şey kaybetmemiştir. Bugünler sonrasında da kaybetmeyecektir biiznillah.

Bu yazı çalışmasının ana temasını oluşturan asıl sorumuzu yönlendirerek cümlelerimize son noktamızı koyalım: Kur’an’ın yiğit Hafızları, ne vakit Onun yılmaz ve tavizsiz Muhafızları olacaklardır?

1 Haziran 2009 Pazartesi

Kardeşler Kavga Eder Mi?


Hamd olsun Rabbimiz Allah'a ve salât-selam olsun önderimiz Rasulullah'a.

Su misali çağlayıp duran insan, düşüncelerinin ve davranışlarının ne olacağı kestirelemeyen bir özelliğe sahiptir. Fıtratında, mayasında daimi döngüler mevcuttur. İnsan, fıtratının kabul edeceği tek din olan İslamla şereflendiği ölçüde insandır. Zira değer, Rabb katındadır; izzet, Var edenin yanındadır. Onun razı olduğu, Onun sınırlarını belirlediği bir hayatı yaşamaya azmetmekten öte bir gaye, insan için malayanidir. Bu hakikatin farkındalığını üzerine alabildiği kadar dünya üzerindeki adımları anlam bulur insanın. Tarihten günümüze hayırla yadedilen ve hala örnek alınan şahsiyetlerin İslam safında, fıtratlarının yolunda olduklarını anlamamız güç değil. Yani insan, İslam'la insandır. Hakkın ve Hakikatin çağrısını tüm hücrelerinde canlı tutmaya azmetmek halinde olanlar, ebedi kurtuluşun yolunu bulmuşlar demektir.

İşte bu evsaftaki insanlar, yani Müslümanlar, birbirlerine karşı kardeşlik bağıyla bağlıdırlar. Kardeş oldukları kadar iyidirler, kardeş kaldıkları kadar hayatın yükünü kaldırabilirler, kardeşlik ruhunu yaşattıkları kadar canlı dururlar, kardeşlik bilinciyle yol aldıkları kadar mutlu ve huzurlu olurlar.

Kardeş olmanın ve kardeşçe yaşamanın öncesinde; insan olmanın ve insani özelliklerin taşındığının gerçeği göz ardı edilmemelidir. Daimi deveranlar nükseden insan fıtratından, bazen olağandışı hareketler ve sözler zuhur edebilir; beklenmedik haller ve tavırlar sergilenebilir. Bu, onun insan olmasından, mayasına öylesi nitelik katılmasından ötürüdür. Ve tabi ki, hepsinden öte insan eşref-i mahlûkattır. Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Bu da ayrı bir yönüdür insanın. Sözlerimiz, eşrefliğinin harici olan durumlara atıftır.

Tüm bu hususiyetleri belirttikten sonra, Rabbimizin şu ayetini zihnimize kazımaya çalışalım, mealen: “Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşursa, onların aralarını bulun. Buna rağmen biri öbürüne saldırırsa, bu saldıran tarafla, Allahın emrine dönünceye kadar siz de vuruşun. Döndüğü takdirde aralarını hakkaniyetle düzeltin ve hep âdil olun, çünkü Allah âdil davrananları sever.” (Hucurat Suresi, 9)

Ayette dikkati çeken en önemli husus, kanaatimizce, mümin oldukları halde vuruşan, savaşan, kayga eden insanlardır. Ortada iki topluluk, iki gurup, iki taife var. Ve bunlar, iman eden, mümin olma şerefini kazanan insanlardır. Lakin vuruşuyorlar, kavga ediyorlar. Demek ki, aralarındaki bir mevzudan, bir husustan ötürü çıkan anlaşamamazlık üzerine çözümü döğüşte, kavgada, vuruşmada buluyorlar.

Aslında bu meyanda, tarihten birçok örnek verilebilir. Habil ve Kabil kardeşlerin kavgasını ayrı tutarsak, Musa ve Harun peygamberlerin kısa vadedeki vuruşmalarını örnek gösterebiliriz. Tabi ki onların gayesi, dönek bir kavmi daima hakikat çerçevesinde, müstakim yol üzerinde tutmaktı. Musa aleyhisselam’ın bir müddetliğine kavminden ayrı kalması ve onları kardeşi Harun aleyhisselam’a emanet bırakmasının akabinde; azgın kavmin içerisinde, daha bir azgın olan Samiri’nin buzağıyı ilahlaştırmasına karşı, kardeşi Harun aleyhisselam’ın baş gelememesinin kavgası olmuştur iki elçi kardeş arasında. Ama kısa metrajlı ve ani bir kavga olmuştur bu. Yine Yusuf aleyhisselam’ın kardeşlerini hatırlayabiliriz peygamberler tarihinden.

Ayetin (Hucurat Suresi, 9) tefsirine baktığımızda bazı müfessirlerimiz, bu ayetin iniş sebebinin Evs ve Hazreç kabilesinin aralarındaki kavgadan ötürü olduğunu belirtirler. Yani gündemde bir kavga, döğüşme, çarpışma, vuruşma hâkim. Ve bu insanlar; müminler, yani kardeşler. İslamla şeref bulmuş, izzeti solumuş insanlardır. Aralarındaki mesele her ne ise, sonucu kavgaya kadar gider. Müfessirlerimizin bazıları da, bu ayetin daha başka olaylara müteallik olarak indirildiğini söylerler. Her ne sebeple indirilmiş olursa olsun, iki guruptan, iki topluluktan ve kavgadan-anlaşamazlıktan dem vurulmaktadır. Muhataplar, Rabbe teslim olmuşların ve imanın lezzetini benliklerinde içselleştirmiş olanların zümresindendir. Geride kalanlara düşen, onları seyretmek ya da kavgayı kızıştırmak değil, onların arasını bulmak, haklıdan yana olmak ve adil davranmaktır. Meselenin nirengi noktası; “Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım etmektir.” Zira kardeşini, bulunduğu haksızlık hali ve ortamı içerisinden çekip çıkarmak, ona yapılan en büyük ve en güzel yardımdır, iyiliktir. Ayette de görüldüğü üzere Rabbimiz, mealen; aralarını bulun ve haklının yanında olarak hareket edin buyuruyor. Ve sonrasında gelen ayetle olay daha da pekiştiriliyor: “Müminler sadece kardeştirler. O halde ihtilaf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allaha karşı gelmekten sakının ki Onun merhametine nail olasınız.” (Hucurat Suresi,10) Müminlerin kardeş olmalarının haricinde başka bir çıkar yolları yoktur. Kardeşlikleriyle anlam ve değer bulurlar ve dünyaya kardeşlikleriyle anlam ve değer katarlar. Zira onlar, kan bağıyla değil; iman ve akide bağıyla birbirlerine bağlanmış, kenetlenmişlerdir. Onlar tağutu reddedip Allah’a sımsıkı bir iman bağlanmış ve kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmışlardır. (Bakara Suresi, 256) Böylesi muhteşem ve mükemmel bir bağlılık, kenetlenme içerisinde olan kardeşlerin görevi, birbirlerinin arasını bulmak, düzeltmektir. İnsan olmaklıktan ötürü, hataya düşme, nefsî davranma ve bencil hareket etme durumu hâsıl olabilmektedir. Fakat insana/kardeş olana yakışan şey; hatadan, yanlıştan tevbe arınmasıyla uzaklaşmak ve Hakkı tutup kaldırmaktır. Ve tabi ki adil davranmaktır; çünkü Allah Azze ve Celle, adil davrananları sevdiğini belirtiyor.

Cemel ve Sıffın savaşlarını da hatırlarsak o zaman da, müminlerin zor imtihanlarını görebilir, sezebilir, kardeş kavgalarının en zorlusunu, en ağırını müşahade edebiliriz. Olayın tarihi mecrasına girmeden, burada Rasulullah’ın bir hadisini hatırlamakta fayda var. Bu hadis-i şerif, başından beri değindiğimiz mevzuyu tamamlar niteliktedir Allahu alem:
“Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem birbiriyle kavgalı iki kişinin kapıda bağırıp çağırdıklarını duydu. Borçlu adam, alacaklı olandan, alacağının bir kısmını bağışlamasını ve kendisine anlayışlı davranmasını istiyordu. Alacaklı olan ise:
- Vallahi yapmayacağım, diyordu.
Onların yanına çıkan Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Nerede o iyilik yapmayacağım diye yemin eden adam?” diye sordu.
Alacaklı olan:
- Buradayım ey Allah’ın Resûlü! Tamam, nasıl istiyorsa öyle olsun, dedi.”
( Buhârî, Sulh 10; Müslim, Müsâkât 19)

Burada alacaklı olan Sahabî, hatasını hemen anlıyor ve Rasulullah’ın sözünü ikilemeden taşı gediğine koyuyor. İşte olması gereken budur. İşte mümin tavrı böyledir ve hep böyle olmalıdır.

Meseleyi, yakın tarihimize ve günümüze uyarladığımızda, Afgan cihadından sonra Afganlı Müslümanların kendi aralarındaki kavgalarını, Iraktaki Şii-Sünni çatışmasını ve yine Filistindeki direniş hareketlerinin, zaman zaman kendi aralarında çıkan anlaşmazlıklarını görebiliyoruz. Ve olayı Türkiye sathında değerlendirmeye tabi tuttuğumuz vakit, gerek aynı İslamî oluşum içerisinde bulunan şahısların kendi aralarında, gerekse cemaatler arası anlaşmazlık ve kavgalara bakılarak meselenin ehemmiyetini daha bir kavrayabiliriz.

İpler gerildiğinde, aralar kızıştığında bir taraf muhakkak gerginliği gevşetmekten yana olmalıdır. Gerilen ip, tek taraflı gevşetilmeye başlatıldığında gayri ihtiyarî bir taraf, diğer tarafa yakınlaşmış olacaktır. Gönül ister ki, iki tarafta gevşetici mahiyette bir tavır sergilemiş olsun. Kavganın, olayın dışında olan kardeşler, izleyici ve “bana ne”ci bir tutum sergilememelidir, nitekim sergileyemezler de! Arayı bulmalı, barıştırıcı vasıfta olmalıdır. Zira insan olunması hasebiyle, anlaşamazlıklar ve kavga hali damarlarda gezinir durur. En ufak bir boşlukta hemen aralara sızı verir ve onulmaz yaralara sebep teşkil edebilir. Tabi iman ehli için böyle bir durum sözkonusu değildir.

Şu halde, diyebiliriz ki, kardeşler kavga edebilirler. Fakat ayrışmak, hatayı anlayıp tevbe etmek ve tekrar iman bağını güçlendirmek suretiyle; Hakkın şahitliğini tekrar samimiyetle ve içtenlikle yürüterek, çağlara ve nesillere numune-i imtisal olmaklığı ğöğertmelidirler... Şunu da bilmelidirler ki, hata ve günah insan içindir, insana özgüdür. Hataya meyyal olan insan, hataya düştüğünü fark ettiği anda, nasuh bir tevbeyle Rabbine yönelirse, hem kulluğunu hem de kardeşliğini kanıtlamış olur. Pek tabi ki, insanın hatasını kabullenmesi büyük erdemdir. İşte bu erdem, kardeşlikte anlamını bulur. Bu dünyada, yanlışlarını kabullendiklerinde, insanlar karşısında küçük düşecekleri kanısına varanlar bilmelidir ki, esasen Hakk katında dereceleri yükselecektir.

Rabbimizden niyazımız, Mümin kullar, incir çekirdeğini doldurmayan meselelerden ve İman kardeşliğiyle bağdaşmayan hususlardan ötürü birbirlerini kıran, rencide eden ve kavgaya-vuruşmaya kadar varan tutarsızlıklardan, olmazlıklardan beri olsunlar. Ve Vahdetimize halel getirici kardeşlik dışı düşüncelerden, anlayışlardan ve tavırlardan vazgeçsinler inşaAllah.