15 Ekim 2011 Cumartesi

SANCILI BİR UYANIŞ TÜRKÜSÜ!




Bazı zamanlar, öyle oluyor ki insan kendini tanıyamıyor, tanımlayamıyor, anlayamıyor, anlamlandıramıyor. “Ben neyim ve bu hal neyin nesi?” diyor.
Gerçek manada bağlarımızı sımsıkı tutmamız gereken tek dostumuz, tek yarenimiz ve tek sevgilimiz Yaradanımız (subhanehu ve teala) olmalı değil mi bizler için? Aklımızı, fikrimizi, zikrimizi hep O’na, hep O’nda, hep O’nun davasında ve hep O’nun sevdasında sabit kılmalı değil miyiz? Eğer sıkıntılı vakitler geçiriyorsak, eğer işlerimiz sekteye uğruyorsa, eğer huzursuzluğumuz almış başını gidiyorsa; bilelim ki, Rabbimizle olan bağımız kopma raddesine gelmiş demektir. O’na uzak kaldığımız, O’nun hükümlerini, emirlerini, nehiylerini, bize yol, yön ve müreffeh bir hayat tayin edici vasıflar taşıyan Kitabını ve aziz Elçisinin (aleyhissalatu vesselam) sünnetini göz ardı ettiğimiz anda, işte tam o vakitte, dertler elvan elvan üzerimize yağıverir. Vücudumuz, yani emanetimiz bîtap düşer, ağarır o sırma saçlarımız, ağır aksak bir hal alır atmaktan hiç ama hiç yorulmayan o dağ emsali yüreğimiz. O’na yanaşma ve O’na yaraşma derd-û gayesini hayatımızın tüm karelerine ve vazgeçilmezlerine serpiştirmediğimiz/ yerleştirmediğimiz müddetçe, olmazlıkların prangaları bizi asla rahat bırakmayacaktır.
* * *
Bir düşünün… İçiniz çöl gibi. Kupkuru ve ıpıssızsınız. Kendinizi, kimsenin olmadığı bir adada yapayalnız hissediyorsunuz. Kimseyi görmüyor ve duymuyorsunuz. Yangınlardasınız aynı zamanda. Yandıkça yanıyorsunuz. Benliğinizi kaybediyorsunuz. Ve… Bir çıkış yolu arıyorsunuz. Dağlar üstünüze üstünüze geliyor. Kapılar yüzünüze yüzünüze kapanıyor. Yollar bitime ulaşıyor. Elleriniz uzanmıyor hiçbir vuslata. Üşüyor ve düşüyorsunuz mecalsizce. Tutanınız yok. Kapkaranlık ve buzhaneye dönüşmüş bir mahzendeymişsiniz gibi, yaz ortasında kışı soluyorsunuz. Solgun, yorgun, vurgun ve durgunsunuz…
Ve sonra… Sizi tutup kaldıracak sımsıcak bir sevda istiyorsunuz şanı pek yüce olan Sahibinizden. Bilmektesiniz ki, sevdayla diriliyor ve direniyor insan. Sevda sele dönüşür ya. Ve ama hiç boğmaz ya insanı. Hep yükseltir, hep umut verir ya acziyet yumağı insanoğluna. Böylece kurtuluşa davet eder tüm acizleri/acizlikleri... Öyle bir dinginliğe ulaştırır ki, durulan canlar kanla dolar ve koşar sessizliğin, kimsesizliğin, nefessizliğin üstüne. Patlar ve ağlar. Çağlar en kuytulardan tırmanışa geçen dertli bir duygu seline.
En nihayet… Bir Kitap, bir Hayat, bir Rehber silüeti gözükür/ hissedilir/ beklenir/ gözlenir/ özlenir tâ uzaklarda bir yerde, ufukta. “Tutunun bize ve kurtulun” denilir size. İçinizden yükselen kavgaya, baskın çıkar depreşen o taze sevdanız ve uzatırsınız kısacık ellerinizi bu çağrı yoluna. Gider tüm üşüntünüz, öyle ısınır ve ıslanır ki gözleriniz; hep af dilersiniz ve Allahu Ekber ve lillahil hamd dersiniz.
* * *
Yine de umut ehliyiz. Hiç aksine düşmek istemedik fıtratımızın. Sevmek ve sevdirmek istedik hep hak ve has olanı. Aşkla yoğrulmayı ve berrak bir kavga doğurmayı yeğledik. Tüm Müslüman coğrafyayı ekledik kotasız ve doymak bilmez yürekçemize.
Teklemek nedir bilinmez, bu azim ve sebat ikliminde. Baharlarımız, hep öne geçer bin farkla. Firak maya tutmaz, kardeşlik hamurumuzda. Taptaze ve dipdiri erdemli şahsiyetler, yürürler yine ve yeniden tüm alanlara. Bu ulvi bir öğüt olur, oldukça geride kalanlara. Ve açılır rahmet kapıları ardına kadar, günaha saplanmışlara.
Okuyan, sorgulayan, anlayan, kavrayan, araştıran, eleştirel (ama yıkmak için değil yapmak için yani kardeşçe) yaklaşan; tüm bunları hayatıyla, amelleriyle buluşturan özne ve her dem taze kalmayı başarabilen ümmet ufuklu mümin/muvahhid yiğitlere selam olsun. Ve yine selam olsun, Hak Davayı (Tevhid Davasını) omuzlarından/ zihinlerinden/ yüreklerinden/ bileklerinden, rüzgar ne yönden ve hangi şiddetle eserse essin, asla ve asla düşürmeyenlere…