10 Mart 2009 Salı

Şahid, Beşir Ve Nezir Olan Resulü Dinlemek


Rabbimiz, aziz elçilerini, biz insanlara büyük görev ve sorumluluklar yüklemek için göndermiştir. Onlar en ağır yükün altına girmişler ve tüm insanlığın hidayetini göğüslemişlerdir. Bu ulvi yük, onları insanların en kıymetlisi, en değerlisi ve en şereflisi yapmıştır. Onların tek derdi, insanları Tevhid’e çağırmak ve İslamla mündemiç kılmaktır. İnsanlar, yalnızca Allah desin ve Allah adına yaşasınlar için, Elçiler bir ömürlerini feda ederler. Kalkış noktaları vahiydir. Vahiyle yol alır ve vahiyle konaklarlar. Vahyin tüm sınırlarının hakkını gözetmek için, zalimlerin, kâfirlerin, müşriklerin, münafıkların, fasıkların… karşısına dikilirler. Onları, ezeli ve ebedi hakikatle yüzleştirmek, fani, yalan ve aldatıcı olandan sonsuz, hakiki ve tek doğruya çıkarma sevdasını yüreklerine nakşetmişlerdir.

Onlar yeryüzünün çerağıdırlar. Aydınlık, onlardan neşv-ü nema bulur tüm çağlara. Sesleri öyle kuvvetli ve içtenliklidir ki, yıllar/asırlar geçse de tazeliğinden ve diriliğinden hiçbir şey kaybetmez. Çağrıları kimin zihnine ve yüreğine dokunsa, muhakkak surette bir değişim başlatırlar. Bu değişim kervanına katılanlar, hayatın tüm evlerine hakkı ve hakikati taşırlar. Artık, bakışlarında Allah vardır, dertleri tüm dünyadır. Taa uzaklarda bir Allah nidası duysalar, dikkatlerini ve tüm hücrelerini o yöne çevirirler. Çünkü orada, kurtuluş vardır, orada ışık vardır.

İşte İslam, bir davadır, bir kaygıdır ve dirilten bir kavgadır. Onun elçileri, tüm âlemin yiğididirler. Onlar, insan-Allah yakınlaşması derdinin en büyük yanığıdırlar. Belki de, birileri onlara deli vasfı yüklemişlerdir. Evet, onlar davalarının delisidirler. İnsanları, akl-ı selim’e getirmek namına dönmek bilmez yürürler.

Aydınlık simalı Elçilerin, Hakk katından aldıkları bu esaslı ve nizamlı görev, içinde çok derinlikli anlamlar taşır. Şimdi o anlamlardan, elçilerin özelliklerinden bazılarını kavramaya çalışacağız. Tabi ki, Rasulullah’ın özelinde bu hakikatlerin anlamları üzerine yoğunlaşacağız.

Rabbimiz Kerim Kitabımızda, bizlere, şunları hatırlatır: “Ey şanlı Rasul! Biz seni insanlar hakkında şahit, müjdeci, uyarıcı, Allah’ın izniyle O’nun yoluna dâvet eden bir rasul ve siracen münira olarak gönderdik.” (Ahzap Suresi, 45-46)


Ey Rasulüm, Biz seni bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı kıldık. Sen bu ümmet için, bu Müslümanlar için bir şahitsin, bir müjdeci ve uyarıcısın. İşte senin görevin, fonksiyonun, misyonun budur. Ve Rasûlullah Efendimiz, Rabbimizin kendisine yüklediği bu görevlerini en güzel bir şekilde yerine getirmiştir. Görevine asla ihanet etmemiştir.

İnsanlara şahitlik etmiştir Allah’ın Resulü. Allah’ın Resulü, gerek kendisine Allah’tan gelen âyetlere Allah’ın istediği şekilde iman edip o âyetlerin istediği Müslümanca bir hayatı yaşama konusunda, gerekse o Allah âyetlerini tebliğ etme konusunda, onun bir harfini bile gizlemeden insanlara, ashabına tebliğ etme konusunda şahitliğini yerine getirmiştir. Allah’ın Resulü, Allah’ın insanlardan istediği kulluğu bizzat yaşayarak ashabına tam ve mükemmel bir örnek olmuştur. Allah’ın insanlardan istediği kulluğu tüm dünya insanlığının gözleri önünde yaşayıp pratikte onu en güzel bir şekilde göstermiştir.

Tıpkı, Rasûlullahın bu ümmete şahitliği gibi, bizler de İslâm ümmeti olarak tüm dünya insanlığına şahitler olmak zorundayız. Bizler de, şu anda Müslümanlar olarak tıpkı Peygamber Efendimiz gibi tüm insanlık önünde İslâm’ın yaşanırlılığını, pratiğini göstermek zorundayız. Bu konuda peygamberin ümmetine karşı şahit olduğu gibi biz de tüm insanlara şahitler olmak zorundayız. Allah’ın âyetlerini bütün insanlara ulaştırmak, dünya üzerinde Allah’tan ve O’nun âyetlerinden, cennetten, cehennemden habersiz bir tek insan kalmayacak biçimde herkesi haberdar etmek zorundayız.


Allah’ın Resûlü insanlara şahitlik yaptı, insanları müjdeledi. Tıpkı kendisi gibi, Allah’a teslim olup Allah’ın istediği gibi Müslümanca bir hayat yaşadıkları takdirde Allah’ın cenneti ve kerim mükâfatlarının olacağıyla müjdeledi onları. Sonra yine Allah’a isyanı tercih ettikleri takdirde dayanılmaz cehennem azabıyla uyardı onları.

Sonra, Allah’ın izniyle Allah’a dâvet eden bir dâvetçidir peygamber. Aydınlatan bir çerâğ, nûr saçan bir ışık, aydınlatan bir güneştir. O, bir güneş olarak insanların ufkunda doğmasaydı, Rabbimiz onun aydınlığı ile bizi aydınlatmasaydı, onun hidâyetiyle, onun rehberliğiyle bizi şereflendirmeseydi bizi kim karanlıklardan aydınlığa çıkaracaktı? Bize kim rehberlik edecekti? Allah’ın istediği kulluğu bize kim örnekleyecekti? Dünyada güzel bir hayata, öteler âleminde de cennetlere bizi kim ulaştıracaktı? Bize böyle bir rahmet kapısı açmasaydı biz ne yapardık? Rabbimiz biz kullarına karşı, çok büyük lütûf ve rahmet sahibidir. İşte bize örnek olarak, nûr olarak, ışık olarak, aydınlatıcı olarak seçip gönderdiği elçisi, bizim için en büyük nimetlerden birisidir.(1)


Peygamber'in şahit olmasının anlamı çok geniştir; üç tür şehadeti kapsar:

1) Sözlü Şehadet: Yani Peygamber, Allah'ın dininin temel dayanakları olan ilkelerin gerçekliğine şehadet etmeli, bunların hak, buna aykırı olan her şeyin ise batıl olduğunu açıkça söylemelidir. Korku ve tereddüde kapılmaksızın Allah'ın varlığını, birliğini, meleklerin varlığını, vahyi, öldükten sonra hayatın var olduğunu, cenneti, cehennemi, insanlara garip görünse, onunla alay etseler bile açıkça ilan etmelidir. Aynı şekilde Peygamber, Allah'ın kendisine vahyettiği sosyal hayat, medeniyet ve ahlâkın temelini oluşturan kavram, ilke, değer ve kuralları bütün dünya bunları yanlış kabul etse ve pratikte karşı gelse bile insanlara açıkça göstermeli; var olan veya bu ilkelere ters düşen kavram ve düşünceleri reddetmelidir. Peygamber, Allah'ın kanunlarına göre ne haramsa -bütün dünya o şeyi helal kabul etse bile- onu haram ilan etmeli ve Allah'ın kanunlarına göre ne helalse -bütün dünya o şeyi haram kabul etse bile- onu helal ilan etmelidir.

2) Uygulamada Şehadeti: Yani Peygamber, bütün insanlara sunmak üzere görevlendirildiği şeyleri illa önce kendi nefsinde uygulayarak göstermelidir. Onun hayatı, kötü dediği şeylerden uzak olmalı ve kişiliği iyi, mükemmel diye adlandırdığı davranışları yansıtmalıdır. Farz dediklerini ilk önce kendisi yapmalı, günah dediklerinden sakınmaya en fazla kendisi dikkat etmelidir. Onun karakter ve davranışları, davetinde ne kadar samimi olduğuna şehadet etmelidir. Onun şahsı, getirdiği talimatın öyle bir modeli olmalıdır ki, onu gören bir kimse, tüm dünya, davet ettiği iman ile nasıl bir insan oluşturmak istediğini, o insana nasıl bir karakter yerleştireceğini ve bu insan sayesinde dünyada nasıl bir hayat tarzı, nasıl bir sistem kuracağını hemen anlayabilmelidir.

3) Ahirette Şehadet: Ahirette Allah'ın mahkemesi kurulduğunda, Peygamber, hiçbir eksiltme ve değiştirme yapmaksızın kendisine emanet edilen tebliği insanlara ulaştırdığına ve gerek söz, gerekse davranış olarak insanlara hakkı açıklamamakta hiçbir zayıflık ve kaypaklık göstermediğine şehadet edecektir. Bu şehadete dayanılarak müminlerin hangi mükâfatı, kâfirlerin ise hangi cezayı hak ettikleri belirlenecektir.

Buradan, Allah'ın Peygamberi şahit kılarak ona nasıl büyük bir sorumluluk yüklediği ve bu yüce makama layık olan şahsın ne kadar büyük bir şahsiyet olduğu fikri ortaya çıkmaktadır. Dinle ilgili Hz. Peygamber'in sözlü olarak ve uygulamada şehadet etme konusunda hiçbir gevşeklik ve ihmal göstermediği sabittir. İşte bu nedenle, o, insanlara hakkı ve Allah'ın kendilerini nasıl bir hesaba çekeceğini açıkça tebliğ ettiği hususunda şahitlik edebilecektir.

Bir kimsenin sadece kişisel kapasitesi ile başkalarını, iman ve salih amellerin sonucu olan iyi bir akıbetle müjdeleyip, küfür ve kötü amellerin sonucu olan kötü akibetle korkutmasının başka, Allah tarafından ahiretteki iyi sonla müjdeleyip kötü sonla korkutması için görevlendirilmesinin başka bir şey olduğuna dikkat edilmelidir. Allah tarafından bu göreve atanan kimse, müjdeleme ve uyarıp-korkutma konusunda bir yetkiye sahiptir. Bu da onun bu müjdelemesinin ve korkutmasının meşruiyet temelini teşkil eder. Onun bir amel hakkında müjde vermesi, onu gönderen büyük Hâkim’in bu ameli tasdik ettiği ve buna bir mükâfatla karşılık vereceği, bu nedenle de ya farz, ya vacip, ya da müstehap olduğu, yani yapana mutlaka mükâfat verileceği anlamına gelir. Diğer taraftan onun bir korkutması, yaratıcının onu yasakladığı, bu nedenle onun günah veya haram olduğu ve bu ameli işleyişinin mutlaka cezalandırılacağı anlamına gelir. Allah tarafından tayin edilmeyen bir kimsenin müjde ve uyarılarının ise böyle bir otorite ve dayanağı yoktur.2

Öyle bir dinin sınırları içerisinde nefes alıp vermekteyiz ki; bu din, hayatın tüm zerrelerine nüfuz ediyor. Boş bıraktığı hiçbir alan yok. Dengeyi, olayların tam ortasına koyuyor; hem ümit, hem korku; hem müjde, hem uyarı… Bizlere, “şahit” olan bir Rasul, bize iyiyi “müjde”liyor ve ardından da kötüye kaymamak için “uyarı” vazifesini devreye sokuyor. Onu dinlemek ve Ona uymak zorunluluğumuz var. Meşalemiz O’dur. Onun mesajını mucibince hücrelerimize işlemek durumundayız… Ebedi kurtuluş için, onun tutunduğu ipin bir ucundan da bizim tutunmamız gerekir. Onu görevlendiren Yaratandır. Yaratanın sınırlarını çizdiği bir görev alanı; hakkı, iyiyi, güzeli, doğruyu ve mükâfatı taşır benliğinde. Müminlerin üzerine düşen de, bu ezeli hakikatin kulpuna yapışabilmektir.

Kutlu bir doğuşla dünyayı teşrif eden canımız, baş tacımız Rasulümüz, dirilten Sözleri üzerimize serpti bir saadet vaktinde. Şimdi o vakti an’ımızda doğurmanın zamanıdır…

FAYDALANILAN ESERLER:

1-
Besâiru'l Kur'an – ALİ KÜÇÜK
2-Tefhimu'l-Kur'an – EBUL ALA EL MEVDUDİ