9 Mart 2010 Salı

DURUN, SORUNU ‘BERABER’ ÇÖZELİM!


…Onların işleri aralarında danışma (istişare) iledir...(Şura–38)
…iş konusunda onlarla müşavere et…(Al-i İmran–159)

İstişare; müşâvere, şivâr, meşvure, meşvere, meşveret, meşûre, istişâre, danışıp işaret ve görüş almak anlamına geldiği gibi, müşâvere ve işaret; arı kovanından bal almak, rey vermek manalarına da kullanılır. Toplanıp meşveret eden cemâate de şûrâ denir.

Mü’minler, aralarındaki tüm meseleleri, İslam’ın önemli ‘çatı’larından birisi olan istişare ile çözümlerler. Dayanak, sığınak ve barınak olarak Rablerini seçip O‘na yönelenlerin başka bir çıkar yolu da olmasa gerek! Çünkü her şeyin en iyisini ve en doğrusunu bilen yalnızca Allah Azze ve Celle’dir. İnsan olmamız hasebiyle “Bir elin nesi var; iki elin sesi var!” esprisini de aynı zamanda hesaba katarak, kendi kendimize yetersiz olacağımızın şuuruna vararak istişare’ye/meşveret’e/şûra’ya kapılarımızı her vakit açık tutmalıyız.

İstişare, müminlerin en iyi ve en güzel özelliklerinden kabul edilir. İslâm toplumunda istişare önemli bir yer işgal eder. İslâm toplumunda istişare yapmaksızın işleri yürütmeye çalışmak sadece cahillik değil, Allah'ın nizamına karşı gelmektir de aynı zamanda.

Müminlerin işleri/buyrukları zorbalıkla değil, aralarında danışıkla, görüşlerine başvurma iledir. Kendi işlerine kendileri sahiptir, başkalarının elinde esir değil; aralarında dayanışmasız, toplumsuz, darmadağınık ayrı da değil; toplanıp sözü bir etmesini bilirler. Birbirlerinin görüşlerine başvurmalarının şekli de; görüş ileri sürmek yeteneği olan, toplumun görüşlerini temsil edebilecek, içtihad sahibi "hall-ü akd" erbabının (meseleleri düşünüp çözüme bağlayacak kimselerin) toplanıp müzakere etmesiyledir.

Rasulullah (s.a.v.); "İş konusunda onlarla müşavere et." (Al-i İmran–159) âyetinin mânâsı uyarınca, savaşla ilgili meselelerde müşavere ederdi. Ondan sonra da ashab gerek onda gerek hükümlere dair meselelerde müşavere ettiler. Hz. Peygamber'in vefatı üzerine halife seçimi, ehli riddetle (dinden dönenlerle) savaş, dedenin mirastan pay alması, şarap içenlere vurulacak "had cezasının" sayısı ve Irak'ta fetholunan arazilerin ahkâmı vs. gibi meseleler hep bu kabildendir. Şüphe yok ki hükümlere dair müşavere; hakkında kesinlik ifade eden bir nass bilinmeyip az çok içtihada elverişli olan veya tatbikatı çalışmaya bağlı hususlardandır.

Şûra müzakereleri (görüşmeleri), icmâ meselelerinin aslını teşkil eder. İslâm tarihinde ve fıkıh usulünde (metodoloji), maalesef bu "Şûrâ" düsturu sahabe devrinden sonra Kur'ân'ın verdiği bu önem ile uyumlu bir biçimde geliştirilememiştir. Şûrâ aslında "Fütyâ" gibi "büşra" ölçüsünde masdar olup "teşavür" yani birbirinin görüşünü almak demektir. Kelimenin aslı ‘arıdan bal almak’ mânâsı ile ilgilidir. "Zû şûrâ" (Şûra sahibi) mânâsına da gelir.

İslâm istişareye niçin önem vermiştir? Bu soru üç temel nedene dayalı olarak cevaplandırılabilir:
I) Şayet bir mesele iki ya da ikiden fazla kimseyi ilgilendiriyorsa ve buna rağmen söz konusu mesele hakkında bir kişi karar verirse, diğerlerine haksızlık etmiş olur. Dolayısıyla ortak yapılan bu işte hiç kimsenin kendi keyfine göre karar vermeye hakkı yoktur. İşte bu nedenden ötürü adil bir sonuca varabilmek için, konuyla ilgili tüm şahıslarla istişarede bulunmak gerekir. Yine bir mesele karara bağlanacaksa ve karardan, çok büyük bir kitle etkileneceği için istişare mümkün değilse; o insanların seçtikleri ve güvendikleri kimselerle istişare yapılmalı ve sonra mesele karara bağlanmalıdır.
II) Şayet bir kimse, ortak çalışmalarda sorunu kendi başına göre halletmeye çalışıyorsa, bilinmelidir ki onun böyle davranmasının ardındaki neden; ya kendi çıkarlarıdır, ya da o şahıs kendisini herkesten üstün görerek başkalarını aşağılamaktadır. Oysa ahlâk bakımından bu iki neden de kötüdür ve bir mü'min bu iki çirkin özellikten beridir. Mü'min kişi, başkalarının hakkını meşru olmayan bir yolla ele geçirerek haksızlık yapamaz/yapmaz. Yine bir mü'min, kendini beğenmiş bir halde herkesten daha iyi bildiği zannına kapıl(a)maz.
III) Bir iş, şayet başkalarının hak ve çıkarları ile ilgili ise, o iş hakkında karar vermek çok büyük bir sorumluluğa girmeyi gerektirir. Kalbinde Allah korkusu olan bir kimse, bu yükü yalnız başına taşımayı katiyyetle istemez. Aksi bir davranış, yani, böylesine bir sorumsuzluk ancak, kalbinde Allah korkusu olmayan ve ahirette vereceği hesaba aldırmayan kimseler tarafından yapılır. Allah'tan korkan ve ahiret hesabına iman eden insanlar, katî surette herkesi ilgilendiren meseleler hakkında, kendi başlarına karar vermek istemezler. Onlar söz konusu meseleyle ilgili olan kimselerle veya onların seçtiği ve ilgilendiği temsilcilerle istişare eder ve tarafsız bir şekilde karara varırlar. Sonuçta verilen kararda herhangi bir yanlışlık dahi söz konusu olsa, bir tek kişi sorumlu olmaz.

Bu üç hususa dikkat edecek olursak; şayet, istişarenin İslâm'ın ahlâkî yapısının temel taşı olduğunu ve ondan (istişareden) kaçınmanın İslâm'ın tahammül edemeyeceği derecede bir ahlâksızlık olduğunu müşahede ederiz. İslâm, büyük veya küçük her işte istişare ile karara varmayı emreder. Öyle ki, evdeki işlerin bile evin beyi ile hanımı arasındaki istişarenin sonucunda karara bağlanmış olmasını ister. Hatta çocukların yaşı büyükse istişareye katılımının sağlanması gerekir.

Ayrıca köy, kasaba vs. hakkında bir karar alınacaksa akil ve baliğ olan herkes ile istişare yapılmalıdır. Şayet bir toplumu idare etmek için bir yönetici seçilecekse, o yönetici toplumun tüm bireylerinin onayıyla seçilmelidir. Toplumun güvenini kazanmış olan ehli rey toplumun işlerini yürütmeli, ancak bu güveni kaybettiklerinde ise istifa etmelidirler. Zorla toplumun başına musallat olmamalıdırlar. Mü'minlerden toplumun onayını cebir, hile ve rüşvet ile etkilemeye çalışıp, kendini seçtiren veya yönetimde kalmaya çalışan bir kimse kötü niyetlidir ve sadece kendi çıkarı için böyle davranmaktadır. Bu kimseler "Onların işleri aralarında istişare iledir" ayetine zahiren uyduklarını göstermeye çalışırlar, fakat aslında bu ilahi beyana uymazlar. Onlar hem Allah'ı hem de halkı aldatmaya çalışırlar. Ancak halk onların bu sahtekârlıklarını anlamayacak kadar ahmak değildir. Ve Allah'ı da zaten hiç kimsenin aldatmaya gücü yetmez.

İslam’ın öncelediği ve mümin bireylerde ‘olursa iyi olur’ kabilinden belirginleştirdiği özellikler/nitelikler, hiçbir vakit yabana atılacak türden meseleler değildir. Rahman olan Rabbimiz, biz kullarına neyi tavsiye etmişse doğrudur ve bizler onları tereddütsüz yerine getirmekle mükellefiz. Bu mükellefiyetlerimizden birisi de topluma yansıyan yüzüyle ve sosyal hayatta daimen gereğinin hissedildiği istişaredir.

Bizler ‘müşavir’ kullar olarak toplumun gündemine oturmalıyız. Muhakkak ki; dışlanılma kaçınılmazdır ama; mücadele de kaçınılmazların kaçınılmazıdır. Rabbimiz bizleri, ‘danışan ve dağlar aşan’ müminlerden eylesin!(Âmin)

KAYNAKLAR:
TEFHİM’ÛL KUR’AN
Fİ ZİLAL-İL KUR’AN
HAK DİNİ KUR’AN DİLİ
ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ