15 Ekim 2010 Cuma

RAHATLIK PSİKOLOJİSİ


Dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu bize vahyeden Rabbimiz, hakikati kuşanmamız için bize Elçilerini göndermiş ve onların gösterdiği yolda yürümemizi istemiştir. Hayatı bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, yaptığımız ya da yapacağımız tüm işlerimizin Hakkın rızasına uygun olup olmadığının hesaplarını yapmak durumundayız. Hayat, başlı başına bir hesap mekanizmasıdır. Zerreden kürreye tüm eylemlerin sorguya tabi tutulacağı bilinci, özellikle, müminlerin önemsemeleri gereken bir husustur. Onlar bilirler ki, dünya üzerinde oluşun temel gayesi kulluktur ve dolaysıyla da imtihandır. Bu imtihan sürecinde, kabullenilmesi ve reddedilmesi gereken nice olay ve olgular vardır. Dayandıkları tek merci Rabb olduğu için, doğal olarak onun öğretilerince yaşamlarını düzenlemeleri söz konusudur. Bu durumda, kabullendikleri ve reddettikleri olay ve olguları, vahyin süzgecinden geçirerek hayata aktarırlar. Rıza-ı Hakk’ı alınlarına tek maksat olarak nakşettikleri için, o yoldaki bütün engel ve meşakkatleri göğüslemeyi göze almışlar demektir. Yakın ve uzak tarihe bir göz atıldığında Tevhid Mücadelesi saflarında yer alan müminlerin hayatlarının tek ölçütünün ve tek gayesinin Hakk rızası olduğu anlaşılacaktır. Bu, kadim bir hakikattir.

Günümüze gelindiğinde, bu Hakk rızasını gözetme ve Hakk rızasınca hayata değer katma gerçeğinin, yerini yavaş yavaş “dünya rızası”na bıraktığını sezinliyoruz. Düşündüklerinin, konuştuklarının ve kazandıklarının tümünü tek bir gaye uğrunda sarf etmeye gayret eden müminlerin; bir yerden sonra, maddi planda, ekonomik düzeyde durumlarının yükselmesi halinde dünyaperestlik yolunda ilerlediklerini görebiliyoruz. Hatta öyle ki, ekonomik durumu iyi olmayanlar bile, kendi kendilerine bir standart belirlemiş ve tüm çalışmalarını, gayretlerini, uğraşlarını o standardı yakalamak uğrunda harcadıkları gerçeği gün gibi ortadadır. Yani, bu dünya için, burası için mücadele önem kazanmıştır artık. Daha mutlu ve daha huzurlu bir dünya hayatı nasıl olur, fikriyatı temel ve öncelikli yaşam gayesi haline gelmiş bulunmaktadır.

Daha fazla kazanmak için, daha müreffeh bir seviyeye gelebilmek için, gece-gündüz demeden, yazı-kışı önemsemeden canhıraş bir çalışma performansı göstermek “modamız” oldu artık. Aile, çoluk-çocuk rahat yaşasınlar, ‘ele-güne muhtaç olmasınlar’ diye, bütün bir hayat, kazanç yolunda heba/heder edilir. Yeri geldiğinde, sair zamanlarda oluşturulan dost ve muhabbet meclislerinde söz konusu edildiğinde, mücadele ehli Müslümanların örneklikleri dillerden ve gündemlerden düşmez olur. Kuru bir ekmekle, aç, susuz, araçsız ve imkânsız olarak Hakk uğrunda nice zorluklara göğüs gerdikleri dile getirilir. Lakin, bu numuneler yalnızca dillerden kulaklara akseder ve daha ileri gitmez olur.

Gaye, dünya üzerinde yaşarken rahat olmaktır. Muhakkak surette ev ve araç sahibi olunması gerekir. Onlar yaşamın olmazsa olmazlarındandır. Ve daha nice gereksinimler(!)… Burada Rabbimizin şu ezeli ve ebedi cümlelerini hatırlayalım: “Sizden önce gelenlerin durumu, sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı geldi ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve onun yanındaki mü’minler bile: Allah’ın yardımı ne zaman? diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214. ayet)Sözünü ettiğimiz o dost meclislerinde, bu ayette mevzu bahis olmuştur, oluyordur.

Kredi almak, çağın vebası haline gelmiştir. İslam’dan bihaber olanları bir kenara bırakalım; İslami bir hayatı yaşamaya azmettiği kabulünü taşıdığımız kardeşlerimizin, dostlarımızın tereddüde mahal vermeden, bu vebanın sınırlarına dâhil olduklarını görmemiz bizi hayli üzüyor ve düşündürüyor. Alınan paranın, neredeyse, iki katı geri ödenir kredi olayında. Krediden uzak durmamıza, sakınmamıza sebep, içerisinde faiz melanetini taşımasıdır. Faizin, Allah ve Rasulüne savaş açmakla eşdeğer olduğu nassla sabittir. (Bakara Suresi, 279. ayet) Aynı zamanda, Rasulullahın bildirdiği üzere; “Faiz yetmiş bir bölümden müteşekkildir. Bu faizin en basit olanının Allah katında günahı, bir adamın annesi ile nikâhlanması gibidir ve faizin en kötüsü bir Müslüman’ın ırzını, kişinin kendisine helal kılmasıdır.” (Ebu Davud, Edep) Bu sözlerden mülhem, diyebiliriz ki; üç günlük dünya hayatında geçici bir huzur ve rahatlık içinde olmak için, ebedi ve sonsuz ahiretimizi heba etmemizin anlamı var mıdır? Akl-ı selim olan, elbette ki ebedi ve sonsuz olanı tercih eder. Tartışmasız bir şekilde, cümle Müslümanların tercihinin bu olduğuna ya da bu olacağına kaniyiz. Ama vakanın reel hayata yansıyan yüzü böyle değil maalesef.

Hesaplarımızın tümü dünyaya yönelik. Hâlbuki bizim inancımızın temelinde, dünya ahiretin tarlasıdır. Burada, ekin namına ne serpilirse dünya toprağına, orada o biçilecektir kârımıza ya da zararımıza. Ele-güne muhtaç olmama düşüncesi, işe ve dünyaya köle olma gerçeğini doğuruyor. Acaba işin esprisi çok çalışmakta mı, yoksa doğru çalışma yöntemini bulmakta mı? İnancımız mı işimize yön veriyor, yoksa işimiz mi inancımıza? Denklemi iyi kurup, dengeyi yerli yerince oturtmak gerek.

Yaradana olan güvencin temelini dinamitleyici bir unsur taşıyan Sosyal Güvenlik Kurumları, insanlarda emekli olma ve bir an önce rahat bir hayata adım atma sevdasını alevlendirir. Çok yakın bir zaman önce, on aylık torununu sigortalı eden, dünyaya yaslanıp Rabbi unutanlara şahit olduk ve bu zihniyet sıcaklığını koruduğu müddetçe, daha çok şahit olacağız gibi görünüyor

Asr-ı Saadette ve daha sonraki zamanlarda sigortalı ve emekli olmak var mıydı? Onlar, hayatlarını nasıl idame ettirirlerdi? Onlar, hastalanmazlar mıydı? Onlar, ihtiyarladıklarında da geçim ihtiyacı duymazlar mıydı? Tamam, zamanın gereklerindendir, denilebilir. Fakat, haşa, ibadet nazarıyla değerlendirmeyi nereye sığdıracağız? Yakın bir zaman önce, çalıştığım işyerinde yaşı ilerlemiş olan bir amcanın; “Bu dönemde sigorta, abdest-namaz gibi şart!” sözü, hâlâ zihnimdeki şaşkın duruşunu korur. Hakka dayanıp, hakkın rızasınca bir hayatı yaşama derdi ve gayesi ötelendiği/ertelendiği müddetçe bu tür durumlar zuhur edecektir Allahu alem. Böylesi örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Müminler, asıl hayatı kazanmak adına, dünya üzerinde rahat olmaktan ziyade, Hakkı razı etmeyi kendilerine bilinç ve görev olarak addetmelidirler. Bizden önceki müminlerin, hayat şartlarını özümseyerek tetkik etmek ve onların ibretlik numunelerini, yaşantımız üzerine bina etmekle mükellefiz.

Cennetin yollarının sıkıntılarla, eziyetlerle, meşakkatlerle dolu olduğunu, bizden önceki mücadele ehli öncülerimizden öğrendik. Zorlukları def etme adına, dünyevi kuvvetimizi sarf ettiğimiz aşikârdır. Yalnızca Tevhid, Nübüvvet ve Ahiret sevdasını yüceltme yolunda ömrümüzü, bedenimizi ve vaktimizi feda etmemiz gerekirken, yalan ve geçici dünyaya çakılıp kalmamız neyin nesidir? Kimdir bunu bize öğreten ve miras bırakan? Galiba görünen o ki, biz “dünya sevdası”nı bizden sonrakilere miras olarak bırakacağız! Hayırlarla anılma ve hayırlara öncülük etme vasfını koruyamayacak mıyız? Rabbimiz bu tür durumlardan bizleri ve bizden sonraki nesillerimizi muhafaza eylesin inşaAllah.

Yegâne Rabbımız ve İlahımız olan Allah Azze ve Celle’nin razı olduğu bir hayat için verilen mücadele, rahatların en rahatına ermenin yolunu gösterir bize. Rahatlık burada değil, oradadır, ötededir. Sonlu bir âlemde, kısa bir vakit huzurlu olmak adına, sonsuz bir âlemin ebedi mükâfat ve mutluluğunu ıskalama bedbahtlığına düşmeyelim ve düşmeyeceğiz Allahın izniyle…

Ne mutlu Tevhid mücadelesinde adını ön saflara silinmez karakterlerle nakşedenlere.

Ve ne mutlu, bu evsaftaki mücahidlerin yolunu tutanlara!