26 Mart 2011 Cumartesi

CENNETLE YAŞAMAK İÇİN…


Hayat, geçiyor. Sürdürüyoruz dünyadaki misafirliğimizi. Kimi misafir gibi yaşıyor, kimi ev sahibi gibi. Misafir olanlar, bir an önce gideceğinin bilincinde ve farkında olarak, sırtlarını dünyaya fazlaca yaslamayanlardır. Ev sahibi olanlar ise; sırtlarını dünyadan alamayanlardır. Nefislerinin ve şeytanın fahşa adımlarını izleyenlerdir. Ama haddi zatında, iki karakter de aynı havayı soluyor, aynı yolları arşınlıyor. Hedef ve sevda farkı var.

Üç günlük dünyanın tadını ölesiye çıkarmak için ömür tüketenler, Son’un varlığını kulak ardı edenlerdir. Vazife bilincini öteleyenler, umursamazlık ummanında ter dökerler. Ebedi bir yaşantının inkâr edilemez varlığına mazhar olamazlar. Bir köprü olan bu dünya âleminin, cennete varan diğer ucuna yaklaşmayı akıllarından dahi geçirmezler. Zevk-ü sefa içerisinde renklenen(!) hayatları, başka yolların kilitlenmesine sebep olur.

İnsan olmak, insan kalmak ve insanca yaşamak büyük bir sanat. İnsan, her şeyden önce, kuldur. Yani zayıf, yani imtihanlı, yani kara bir zihniyetle hayat süren nasipsizler bilmezler ki; konuştukları dilleri, baktıkları gözleri, duydukları kulakları, yürüdükleri ayakları, tutundukları elleri, hissettikleri kalpleri, direndikleri güçleri hep Yaradanın çizdiği yörüngede, rotada yol alıyor. Bezm-i Elest’te verdikleri sözü unutan, unutturan ve o sözün hakikatini kavrayamayan bu tür yaratıklar hep dünyalı, hep dünyadâr… Burada ve ‘şimdi’ üzerinde rol alırlar. Zira her şey burada; ölünce her şey bitecek, her şey yok olup gidecektir. Tek gerçek dünya… İlahi kaideleri, ruhlarına, bir şekerin çayın içine karıştığı gibi karıştıranlar, ruhları diriltmenin çileli yollarında yılmadan, yıkılmadan yürümeyi becerebilmelidirler. Zira kolay değil, yol/güzergâh tazelemek. Kolay değil eksen dönüşümü yaşamak… Ama ne güzeldir akıbet. Ne güzeldir ilerisi. Ne güzeldir mükâfat. Ne güzeldir ebedi bir âlemi cennetle yaşamak…

Uyarmak, uyarmak, uyarmak… Son nefesin son noktasına kadar hakikat uyarıcısı olmak. Bezmemek. Gitmek; hiç ardına bakmadan mesafe kat etmenin derdine düşmek. Kurtarmak birisini. Sadece birisini. Alnını secdeye koyacak birisine vesile olmak. Sözlerin ve emeğin karşılığını görmek. Bir başın, arşın sahibine eğilmesini titrek bir nefesle ve ıslak bir gözle izlemek. Fark etmek. Sevincin nirengi noktasında heyecanlanmak… Ama daha çok birileri var. Evet, var. Varlar. Seni bekliyorlar, bizi bekliyorlar. Beklediklerini bilmeden hem de. Meselenin püf noktası, burası işte. Bilmeyenlere gitmek. Bildirmek. Bilgilendirmek…

Zor… Çok ama çok zor, nefsin yönünü değiştirmek. Kesmek her türlü umarsızlıkları. Umudu ve aşkı canlandırmak. Bakmak… Çok içten ve samimi davranmak. Sevdayı gözlerle anlatmak… Hep Rabbe sığınmak… Yardım dilemek… İnayet beklemek… İyiliklere, güzelliklere ve yeni fertlere vesile olunmak için yalvarmak da yalvarmak… Ateşli bir sonla muhatap olmamak için serince bir direniş göstermek… Hep uyaracağız, duyuracağız, anlatacağız ve yaşayacağız. Bıkmak yok; bıkan, yıkılır. Yorulmak yok; yorulan yok olur. Gevşemek yok; gevşeyen pişman olur.

Evvela, ayaklarımızı aziz dini olan İslam üzere sabit kılması için dua etmeliyiz/ dua ederiz Rabbimize; bize engin bir anlayış ve tükenmeyen bir direniş vermesi için; bir sözümüzü bin söze, bir bakışımızı tüm özlere yankılandırması için; sadece rızası için; ancak ve ancak kendi yolu için; ve altlarından ırmaklar çağıldayan cenneti için… Sonra da sınırsız/sonsuz rahmetini umarak merhamet bekleriz hep.

Kazanma bilinciyle yaşama duasıyla…