20 Eylül 2010 Pazartesi

'YENİ BİR ZAMANI BAŞLATMA’DAN OLMAYACAK BÖYLE!

Zaman içerisinde yaşadığımızın ve zamanımızdan mes’ul olduğumuzun bilinciyle hareket etmemiz gerektiğini, bize, büyük bir sorumlulukla hatırlatan çınar yürekli bir adam’ın taptaze ve leziz bir kitap çalışmasını, sizinle birlikte tanımak ve okumayanlara tanıştırmak üzere karşınızda bulunmanın hoşnutluğunu ve heyecanını yaşadığımızı belirtmek isteriz. Biz Müslümanların izzetli bir hayatın tam merkezinde yer almamızın ve dünyaya umut, ışık, hayat, örnek, önder ve rehber olmamızın kaygısını yüreğinin tâ en hassas noktasında hissederek yeni bir çalışmasını nazar-ı dikkatimize sunuyor.

Hemen hemen bütün eserlerinde olduğu gibi, bu son eseri Yeni Bir Zaman Başlatmak’ta da sorumluluklarımızı bizlere duyuran ve sorumsuzluklarımıza, hassaten, vurgu yapan muhterem üstad Atasoy Müftüoğlu, yeniden yükseliş umudu olmayan düşüşler yaşadığımızın farkında olmamız gerektiğini belirterek eserine cümlelerini yavaş yavaş sayfalara yayıyor. Müslümanların, Müslümanlıklarının hali pür melalini özenle masaya yatırıp değerlendirmeye tabi tutmayı, kendine, en büyük görev olarak biliyor yazar. Yazarımız, ilk söylenmesi icap eden sözleri, son cümlelerine bırakmış: Yeni tarihsel durumlar, dönemler; yeni insanlar, yeni kuşaklar, yeni sözcükler, tanımlar, yaklaşımlar, heyecanlar ve öfkeler ister. Bu kitap, sözünü ettiğim yeni insanlarla, genç kuşaklarla konuşmak, bu kuşaklara samimi önerilerde bulunmak üzere, ahlakî bir sorgulama, ahlakî bir öfke kitabı olarak yazıldı, bir bilinç devriminin ufkunu açmak üzere yazıldı. (Sayfa, 295)

Herhangi bir cemaate katılan gençlerin, yalnızca cemaat liderlerini takip ve taklit ettikleri için takip edilmesi gereken her türlü ilgiyi hak eden, binlerce kitap, binlerce yazar, düşünür, bilge ve çalışmayı kesinlikle takip etme ihtiyacı duymadıklarını; farklı yorum, yaklaşım ve eserleri merak etmediklerini üzüntüyle anıyor. (S, 10) Ve sonra şunu tavsiye ediyor gençlere: Genç kuşaklar, kişisel sorgulamalar yaparak, izledikleri cemaat liderleri tarafından zihinlerinin zincirlenmesine izin vermemelidirler. (S, 28)

Sonra öyle bir noktaya geliyor ki, o umut dolu adamı, umutsuzluklar diyarına yelken açmış gibi görüyoruz: Umut dolu yazılar yazmak için, etrafımızda umut dolu çabaların olması gerekir. (S, 31) Tabi bu sözüyle, gerçekçi olmanın dayanılmaz ağırlığını hatırlatmaktadır yazar.

Eskide kalmayı ve geçmişle yaşamayı asla kabule yanaşmayan üstad, bakın neler söylüyor: Bizler, daha çok geçmişle ilgilendiğimiz, geçmişte yoğunlaştığımız için maalesef yeni bir zamanı, yeni bir düşünce hareketini, yeni bir tartışmayı, yeni bir entelektüel hareketi başlatamıyoruz. Geçmişi, statükoları devam ettirmekten yana olduğumuz için yeni bir başlangıç yapma ihtiyacı duymuyoruz. (S, 36) Bu cümlelerle, kitabın isim ve ana temasına vurgu yapılmaktadır. Zaman bilincine, tarih bilincine dikkatli bir dokunuş daha yapılıyor: Zaman bilincine sahip olmaksızın, tarih bilincine sahip olmaksızın anlamlı bir varoluşa sahip olamayız. Geçmişte yaşanan tecrübelere kayıtsız kalamayacağımız gibi, geçmişte yaşanmış düşüşlere de kayıtsız kalamayız. Tarih bilincine sahip olmak demek, yalnızca tarihte gerçekleştirilen başarıların büyüsü içerisinde yaşamak anlamına gelmez, gelmemelidir. (S, 103)

Neden dünyadayız, burada bulunuş gayemiz nedir, sorusuna yazarın cevabı manidardır: Yeryüzünde, Allah’ın (cc) ufuklarını, amaçlarını gerçekleştirmek için bulunuyoruz. Bunun için bütün imkânları seferber etmemiz gerekir. Aksi halde, ahiret hayatını kazanamayız. (S, 41)

Esasen, mühim tespitlerin nadir deryası olan üstad Müftüoğlundan önemli ve öncelikli bir tespit görüyoruz: İslam’ın özgün, vazgeçilmez, tevhidî temelleri, tevhidî dünya görüşü, hayat tarzı; yeni bir inşa süreci içerisinde tarihe ve hayata kazandırılarak güncelleştirilebilir. (S, 49) İslamî oluşumların çıkmazlarından birine dikkat çekiliyor: Müslümanlar, farklı düşünme ve yorumlama biçimlerine müsamaha göstermeyen aşırılıkları yüzünden birbirlerine yabancılaşıyor. Cemaatler, birbirlerini anlamaya, paylaşmaya çalışmak yerine, kendi yorumlarını diğerlerine dayatmaya çalışıyor. Dünya nimetlerine ve hazlarına yönelik ölçüsüz, aşırı bağımlılık ve ilgi, Müslümanları erdem ve bilgelikten uzaklaştırıyor. (S, 50)

Yollarda ne yapılır’ın cevabını şu cümlelerle veriyor o yol adamı: Hayatımızın her safhasında daha çok bilgi, daha çok bilinç, daha çok mücadele, daha çok nitelik için yollara düşmeli, yollarda buluşmalı, yollarda dayanışmalıyız. Umudumuz, aşkla yoğurduğumuz bilincimizdir. (S, 58)

Yer yer Müslümanlara dair önemli veriler sunmayı da unutmayan yazar, bilahare sözü, 11 Eylül sonrası oluşan atmosferde, Müslümanların kendilerini nasıl bir tarife zorladıklarının insafsızlığına getiriyor: Dünyanın en büyük Müslüman azınlığı, Hindistan’da sefalet içerisinde yaşıyor.(…) İslam ve terör ilişkisi bağlamında, 11 Eylül sonrası oluşturulan korkunç propaganda kampanyaları sebebiyle Müslümanlar; “Bütün Müslümanlar terörist değildir.” gibi çok muğlâk cevaplar vermek zorunda bırakıldılar. “Müslümanların hepsi terörist değildir.” şeklindeki açıklamaları, kimi Müslümanların terörist olduğunu, kabul etmek anlamına geldiği düşünülmedi. (S, 77)

İslam dünyasında, direniş mücadelelerinin ve eylemlerinin Müslümanların onuru olduğuna parmak basıyor Müftüoğlu: Direniş eylemleri, mücadeleleri, hareketleri olmasaydı; zillet ve kölelik bir hayat tarzına dönüşecekti. Emperyalist tarihin büyük ve sınırsız kötülükleri, sapkınlıkları; direniş bilinci, kültürü ve mücadelesiyle bugün sınırlandırılabilir, kontrol edilebilir, mağlup edilebilir bir noktaya gelmiştir… Elhamdulillah. (S, 82) İlerleyen sayfalarda bu konunun altını çokça çiziyor ve bir bölümde bu direniş mücadelecilerinin, eylemcilerinin ve hareketlerinin kimler olduğunu ifşa ediyor: İslam dünyasında, Hizbullah, Hamas ve Taliban dışında direniş ve savaş iradesini temsil eden siyasal hareketler yok. (S, 169)

Müslümanların, gelinen süreçte ne tür bir ahvali kuşandıkları, şu haklı cümlelerle bize haber veriliyor yazarımız tarafından: Müslümanların İslamî yorumları, ilgi alanımızın, dikkatimizin ve bilincimizin dışına çıkıyor. İslamî çevrelerin gündeminde olan kavramların yerini, şimdi liberal kavramlar alıyor. Tevhid, cihad, şirk, cahiliye, tağut gibi kavramlar, hayatta karşılıkları yokmuş gibi dilimizden çıkıyor. Bu kavramlara, ömrünü, dönemini tamamlamış kavramlar nazarıyla bakılıyor. İslamî dili, düşünsel özgürlüklerimizi kaybediyoruz. (S, 93) Yine, yazarın dile getirmekten en çok imtina ettiği hususlardan biri olan, Müslümanların kahır verici değişimleri ve hoyratça sorumsuzluklarıdır: Geçmişte, birlikte aynı heyecanları, aynı duyguları, aynı sorumlulukları, aynı kaygıları birlikte yaşadığımız kimi arkadaşlarımız, dostlarımız; şimdilerde kendilerini kişisel, parasal mücadelelere adamışlardır. Yeterli bağlılıklarımız, heyecanlarımız, aşklarımız, öfkelerimiz, yoğunluklarımız, niteliklerimiz, derinliklerimiz, ahlakımız, birikimimiz olsaydı; bugün karşılaştığımız tabloyla karşılaşmayabilirdik. Büyük düşüncelere ve büyük ahlaka, bağımsız ufuklara sahip olmadığımız takdirde, hiçbir hareketi gerçekleştiremeyiz. Her durumda itaat, her durumda teslimiyet, ahlakî bir felç durumunun adıdır. (S, 199)

Şu sözleriyle yazar, belki çok kişinin dillendirmeye yanaşmadığı ama aşikârane bir vaziyette gözlerden kaçmayan bir durumu vazediyor: Günümüzde sömürgeciliğe, emperyalizme, Siyonizm’e karşı mücadele eden, direnen, savaşan Müslümanlar; aşırı, fanatik, terörist Müslümanlar olarak tanımlanıyor. Hiçbir durumda seslerini, tepkilerini, vicdanlarını, ahlakî öfkelerini açıklamayan, yükseltmeyen, direniş fikrinden, direniş kültüründen, direniş mücadelelerinden açıkça, çok ama pek çok, rahatsız olan, bu mücadele biçimlerini kendi tarzlarına çok yabancı bulan, yabancı çocuklara Türkçe öğretmeyi, neredeyse, dinî bir hizmet telakki eden, her durumda, her yerde “hoşgörü”yü savunan cemaat çıkarı için herkesle işbirliği yapabilen, her tür duruma çıkar için uyum sağlayan Müslümanlar da, ılımlı Müslümanlar olarak tanımlanıyor. (S, 169)

Yazardaki Müslüman tanımı şu ifadelerle gün yüzüne çıkıyor: Müslüman olmak demek, dünyaya, insanlığa, insanlara, olaylara evrensel bütünlüğün ufkundan ve evrensel bir bilinçle bakmak demektir. Bu ufuk ve bilinç, muhteşem bir ufuktur, muhteşem bir bilinçtir. Bu ufuk ve bilinç sebebiyle biz Müslümanlar, ortak bir insanlık fikrine inanır, iyi halk-kötü halk, seçilmiş halk-aşağılık halk ayrımı yapmayız. İslam, evrensel bir dinin adı olduğu için, İslam’ın varlığı herhangi bir devletin yada ülkenin varlığıyla kaim değildir. İslam’ın, yeryüzünün herhangi bir yerindeki başarısı, bütün Müslümanların paylaşması gereken bir başarıdır. (S, 213)

Görevlerini, yalnızca bir oy kullanmakla, haddinden fazla yerine getirdiğini sanan insanlara mühim bir ünlem işareti koyuyor üstad: Çoğunluklar, yalnızca oy kullanmak suretiyle görevlerini yerine getirdiğini düşünüyor. Ancak, ideolojik olarak yapılandırılan bürokrasiler, ne kadar çok olursa olsun, çoğunluk oylarına meydan okuyabiliyor. Güçsüz ve bilinçsiz kamuoyu, Türkiye’de olduğu gibi, ideolojik bürokrasilere karşı bir baskı uygulayamıyor. Bu nedenle, İslam toplumlarında bilinçsiz, birikimsiz, sayısal çokluklarla bir mücadele yürütülemiyor. (S, 218) Sözü getirip daha kapsamlı bir konuya bağlıyor Müftüoğlu: İslamî bir hareketin, İslamcılığın başarısı, oyların/sayıların çokluğu ile yada hükümet olmakla değerlendirilemez. Böyle bir değerlendirme, çok büyük bir yanılsama olur. İslamî bir hareket yada İslamcılık, faaliyet halinde bulunduğu toplumlarda, İslamî anlamda bir zihniyet dönüşümü sağladığında, yerel yada küresel anlamda kavram, kuram, politikaları sorgulama ve bunlara karşı koyma yeteneği kazandığında başarılı sayılabilir. (S, 238)

Ait olduğu Aziz İslam Ailesine dair hayatî mevzuları, sorumlulukları dairesince, konu edinen üstadımız, takvayı da es geçmiyor: Takva sahibi olmak demek, her durumda samimi olarak, her durumda sorumluluk alarak, her durumda İlahî sınırlara riayet ederek, sürekli çaba harcayarak bilinçli bir mücadele tarzını sürdürmek demektir. (S, 219)

İslam’ın hayatı vs. hususları nasıl tanımladığı ve değişimin nasıl gerçekleşmesi gerektiği hususunda sunduğu öğretilerle ilgili zihnini yoran yazar şunları söylüyor: İslam, hayatı, dünyayı, tarihi nasıl algılamamız gerektiğini bizlere öğrettiği gibi, nasıl değiştirmemiz gerektiğini de, nasıl yaşamamız, nasıl yapmamız gerektiğini de öğretir. İslamî umutlarımız, nasıl somutlaştıracağımıza ilişkin, tatmin edici cevaplarımız olmalıdır. Müslümanları, bugüne ve bugünün sorunlarına yabancılaştıran söylemi terk edebilmeliyiz. Yeni sorunlar, yeni bir gündemi zorunlu kılar. (S, 227)

Ve son sözler umutla anlamlandırılıyor, taçlandırılıyor: hayatın ve tarihin içerisinde, umudun kaynağı eylemlerimizdir, bilinçli bir sorumluluğun ve bilinçli bir iradenin üzerinde yükselecek eylemlerimizdir. Tevhidî bir ahlak, bilincin ve eylemin merkezinde bulunmamızı gerektirir. (S, 266) Gerçek anlamda umudu inşa etmek için, önce eksiksiz bir şekilde ahlakı, daha sonra birbirine bağlı olarak bilgiyi, bilinci, bilgeliği inşa etmek gerekir. Birlikte duyan, hisseden, hareket eden, tepki gösteren, birlikte sorumluluk alan insanlar yoksa eğer, toplum da yoktur, umut da yoktur. (S, 283)

Hakikî bir sevda, sorumluluk ve umut adamının kaleminden süzülen sözcüklerle örülmüş bu kitap çalışması -bütün kitap çalışmalarında da olduğu gibi-; okuyanını tefekküre, dertlenmeye, kaygıya, direnişe ve umuda sevk ediyor. Kim ki, bu hasletlere kulaç açmak ister, buyursun okumaya başlasın. Ve görsün Yeni Bir Zamanı Başlatmak ne demekmiş ve nasılmış!

Hiç yorum yok: