29 Haziran 2012 Cuma

HAL DİLİ


                            

Öğretmen, okulun bahçesinde kendilerini oyuna kaptırmış öğrencileri süzerek ve etrafına bakınarak okul kapısına doğru yürüyordu. Bu arada dikkatini dört bir yanda gelişi güzel atılmış çöp parçacıkları çekti. Hiçbir öğrenciye bir tek söz söylemeden ve uyarıda bulunmadan eğilip tek tek çöpleri toplamaya başladı. Bu durumu bir kaç öğrenci fark etti. Arkadaşlarına işaret edip öğretmenin bu hareketini izlediler. Çok geçmeden tüm öğrenciler istisnasız çöpleri toplamaya koyulmuşlardı. Adeta bir birleriyle yarışıyorlardı, en fazla çöpü kim toplayacak diye.

                                                              ***

İnsan çok karmaşık bir yapıda yaratılmıştır. Karmaşık olduğu kadar da, akıl almaz bir güzellikle donatılmıştır. Gerek ruhen gerek de fiziken bir mucizeyi andırmaktadır sanki. Yaratan onu ahsen-i takvim (en güzel yaratılış) üzere yaratıp dünyanın kucağına bırakmıştır. Kusur bulmak için birşeyler arayanların, bu arayışları havanda su dövmektir. İnsan duygu ve düşüncelerini ya sözle ya yazıyla ya da işaret ve davranışlarıyla ifade etme ihtiyacı hisseder. Bu ifade şekilleri, beynin yönlendirmesiyle adeta kişinin hislerinin ete-kemiğe bürünüp canlanması olarak yorumlanabilir.

İnsan, derya misalidir. Ucu-bucağı gözükmez bir enginliği taşıyabildiği kadar, bir fındık kabuğunu doldurmayacak işlerle de iştigal edebilir. Fıtratının ayak seslerinin komutasıyla kendi rotasını belirleyebilme yetkinliğine de sahiptir. Yürümek için niyetlendiği yolda, karşılaştığı işaret taşlarının mahiyeti ona, yolların engebelerinden sebatla geçtiği vakit, bahar kokulu düzlüklerin kaçınılmaz olduğunun haberini verir.
                                                              ***

Hudeybiye antlaşması sonrası... Sahabî büyük bir yenilgi yaşamış gibi bir şaşkınlık içerisindedir. Olanlara anlam veremiyorlar. Allah’ın Rasulü Aleyhissalatu vesselam, akla-hayale gelmez şartları kabul etmiş ve imzalamıştı ki, kimse buna bir anlam verememişti. Bazı sahabelerin içi içini kemiriyordu. Yiğit Ömer Radıyallahu anh, dayanamadı ve kendini tutamayıp Allah’ın Rasulüne adeta çıkıştı: “Sen Allah’ın Rasulü değil misin? Bunlar müşrik değil mi? Biz Müslüman değil miyiz? O zaman neden böyle bir zilleti kabul ettik?” Sonra Ebubekir Radıyallahu anh’aya gitti. Aynı serzenişi ona da bulundu. O da şaşkındı: “Allah’ın Rasulünün muhakkak bir bildiği vardır” diye cevaplamıştı sorusunu.

Çetin antlaşma sonrası, Rasulullah sahabelere ihramdan çıkmalarını, kurbanlarını kesip başlarını kazımalarını söyledi. Sahabeler bir şaşkınlık daha yaşadılar. Zira bulundukları yer haram bölgeydi ve bu işlemler burada yapılamazdı. Donakalmışlardı ve emre itaat etmemişlerdi, sanki söylenenleri duymamış gibiydiler. Rasulullah sözünü yineledi. Onlardan yine çıt çıkmıyordu. Rasulullah üçüncü kez tekrarladı sözlerini. Ama yerinden kıpırdayan bir kimse bile bulamadı. Üzüntüyle Ümmü Seleme validemizin bulunduğu çadıra girdi. Durumu ona hayıflanarak anlatınca, Ümmü Seleme validemiz şöyle bir teklifte bulundu Allahın Rasulüne: “Ey Allah’ın Rasulü sen yapman gerekenleri dışarı çıkıp yap. Göreceksin, onlar da aynısını yapacaklardır.” Bu söz üzerine Nebiler Nebisi çadırdan çıkıp yüksek bir ses tonuyla: “Bismillahi Allahu Ekber” diyerek kurbanını kesti. İhramdan çıkıp saçlarını kazımaya geçti. Bu durumu gören ashab, Rasulullah’ın yaptıklarının aynısını yapmak için can havliyle yerlerinden fırlayıp büyük bir koşturmaca içine girmişlerdi.

                                                              ***

Madden ve manen ne kadar zor bir halde bulunduklarından haberdar olduğunuz bir aileyi düşünün. Ailenin reisi olan babanın işleri çok kötüye gitmiş ve iflas etmiş, borçlarından ötürü hapis yatıp çıkmış. Eski ve iyi gün dostları çevresi, artık yüzüne bile bakmaz ve arayıp sormaz olmuş. “Maddi planda çok sıkıntı yaşadığını, eşinin bile bu durumdan dolayı kendisini terk edeceğini, çocuklara birşeyler alamadığını, evin ihtiyaçlarını gideremediğini vs.” yardım edebileceğini düşündüğü tanıdıklara mahcup söz ve tavırlarıyla ifade etmiş. Lakin hiçbir tanıdığından, dostundan sahiplenme ve yardım alma adına bir kıpırdama görmemiş.

Ve siz bu şahısların ve olayların farkında olduğunuzdan sahip çıkıyorsunuz bu aileye. Gerek kendi bütçenizden feragat edip gerek de sözünüzün/nazınızın geçtiği çevrenizden toparlayabildiğiniz kadarıyla aileye birşeyler ulaştırıyorsunuz. Aynı zamanda, fazla üzülüp de kendilerini yıpratmamalarını, bunda da bir hayır olabileceğini, sabretmeleri gerektiğini, Allah’a daima dua etmelerini telkin ve tavsiyede bulunup durumlarının iyileşmesi için Rabbinize çok dua ettiğinizi söylüyorsunuz. Sonrasında da, zengin olarak gördüğünüz eş-dostunuza bu aileyi hatırlatıyorsunuz. El uzatılması gerektiğini anlatmaya çalışıyorsunuz, uğraşlar veriyorsunuz...

Siz, bu aileyle ilgili davranışlarınızla aslında şunları yapmış oluyorsunuz:
1-      İnfak.
2-      Hakkı ve Sabrı tavsiye.
3-      Fakiri, yoksulu gözetme ödevi.
4-      Düşene bir tekme daha vurmayı değil, elinden tutup kaldırmayı hatırlatmak.
5-      İmtihan bilincini işlemek.

Evet, farkındasınız ya da değilsiniz ama, siz bu ilkeleri pratize etmiş oluyorsunuz. Bunları konu başlığı olarak ayrı ayrı ele alıp sohbet, ders konusu yapabilirsiniz. Kâh arkadaş çevrenizle kâh muhatap olduğunuz herhangi birileriyle paylaşabilirsiniz. Ama şunu da iyi bilmelisiniz ki, bu yaptıklarınız; yani sohbetiniz, dersiniz o aileye yaptıklarınız kadar tesirli olmayacaktır. Çünkü siz bizzat yukarıdaki ilkeleri  hayata geçirmiş oldunuz, örneklik teşkil ettiniz. Bir eylem, bin söze bedeldir. Eylemler elbetteki söylemlerden doğar; ama asıl anlam ve değerini uygulama sahasında bulur.

Müslümanlar olarak, vahyin öngördüğü çerçevede işler yapmaya ne kadar gayret sarf edersek, etki alanımız ve davetimiz de o kadar muhatap ve yankı bulur.

Hiç yorum yok: